Halen TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi’nde öğretim
üyesi olan Dr. Rıza Yıldırım, 17 Ocak 2011 tarihinde, Bilim ve Sanat Vakfı
Türkiye Araştırmaları Merkezi’nin daveti üzerine, 2008 yılında Bilkent
Üniversitesi’nde tamamladığı İki İmparatorluk Arasında Türkmenler: Anadolu'da Kızılbaş
Kimliğinin Kökenleri (1447-1514) başlıklı doktora tezi çerçevesinde bir sunum
yaptı.
Faruk Yaslıçimen’in BİSAV Bülten’de (sayı: 75) yayımlanan
değerlendirme yazısı şöyle:
*
Rıza Yıldırım, 2008 yılında Bilkent Üniversitesi Tarih
Bölümü’nde hazırladığı Kızılbaş kimliğinin kökenleri hakkındaki doktora tezini
bizlere sundu. Tezin İngilizce orijinal başlığı şöyledir: “Turkomans Between
Two Empires: The Origins of the Qızılbash Identity in Anatolia (1447-1514)”.
Yıldırım’a göre Kızılbaş meselesi hem Osmanlı’nın din yorumunu daha katı bir
Sünniliğe doğru kaydırması hem de zamanının başat siyasî meselelerinden biri
olması hasebiyle büyük önem arzediyordu. Örneğin, şayet askerî ve ideolojik bir
tehdid olarak Kızılbaş baskısı oluşmasaydı, Yavuz Sultan Selim hiç padişah
olamayabilirdi. Zira beklentiler Şehzâde Ahmed’in tahta çıkacağı yönündeydi.
Benzer şekilde, bu mesele zamanımızın artık kaybolmaya yüz tutmuş Alevi-Sünni
kamplaşmasına da zemin teşkil etmiş ve bugünün Türkiye’sindeki İslâm ve Sünniliği
yaşama ve anlama tarzlarını da etkilemiştir.
Kızılbaş kimliğinin oluşumundaki iki esaslı âmil, Osmanlı
Devleti’nin merkezî ve bürokratik bir yapıya geçişi ve Erdebil Tekkesi’nde
yaşanan dönüşümü müteakip Safevilerin yükselişidir. Osmanlı Beyliği başlangıçta,
belli tasavvuf anlayışlarını benimsemiş tarikatlar ve bu tarikatlardan
etkilenen aşiretlerle ittifak halindedir. Ancak, beylikten devlete geçiş
sürecinde giderek merkezileşen devlet, aşiret unsurlarıyla zıtlaşmaya başlar.
Aşiret yapısı, içine nüfuz edilemez karakteri nedeniyle merkezî bürokratik
devletlerin kabul edemeyeceği yapılardır. Bir devletin güçlü kalabilmesi, bu
alternatif odakları parçalayıp bünyesinde eritebilmesine bağlıdır. Devletin
bürokratikleşmesi ve kuruluş dinamiklerine yabancılaşması, Türkmen aşiretlerin
Osmanlı Devleti’ne karşı alternatif güç odaklarına kolayca eklemlenebilmelerine
imkân tanır. Yıldırım’a göre, Anadolu’daki diğer aşiretlerin Osmanlı’ya karşı
Karamanoğulları’nı desteklemesinin ardında bu yatar. Fakat paradoksal olarak,
Karamanoğulları’nın Osmanlılar gibi bir emperyal yapı haline gelememesinin
nedeni, bürokratikleşme sürecini tamamlayamaması ve aşiret konfederasyonu
yapısını devam ettirmesidir. Mesela Aykutlu Beyliği ve Barsaklar devletin
içinde eritilip kendine bağlı insanlar haline getirilmemiştir. Osmanlı
örneğinde, Türkmen aşiretler alternatif bir güç odağı teşkil ettiği için devlet
tarafından bölünmeye çalışılır. Yörükler Rumeli’ye gönderilir. Anadolu’da kalan
Türkmenlerse yaşam tarzları ve mekânları değişmediği için potansiyel bir
tehlike olarak kalır. İşte burada Safeviler, bu alternatif güç odağının
sığınabileceği bir eksen olarak ortaya çıkar. Zira onlar da benzer bir yapıya
sahiptir. Örneğin Şah İsmail’in Çaldıran Savaşı’ndaki ordusuna bakıldığında,
ordunun oymakların biraya gelmesiyle oluşan bir aşiret konfederasyonu olduğu
görülür: Sağ kanatta Şamlılar, sol kanatta Ustacalılar, ortada aşiretlerden
seçilmiş en iyi silahlılar olan Kurçiler ve başlarında Şah İsmail... Bu durum
Şah Abbas’a kadar devam eder.
Ancak Türkmen aşiretlerin Şah İsmail’e yönelmeleri,
sadece siyasî bir ittifak değildir. İdeolojik bağlılık içeren bir yönü de
vardır. Yıldırım’a göre, siyasî olaylar ve tarihî süreçler toplumsal inanışları
şekillendirebilir. İşte bu bağlamda Şeyh Safiyyüddin’in Osmanlı Beyliği’yle
çağdaş Erdebil Tekkesi’nin yaşadığı dönüşüm öne çıkmaktadır. Dört nesil boyunca
Ortadoğu’nun saraylarında saygı gören bu dergâh, tasavvufî anlamda Sünnî iken,
Fatih Sultan Mehmed’in tahta çıkışıyla aynı dönemde Şeyh Cüneyd önderliğinde Şii,
Mehdici ve militarist bir karakter kazanmaya başlar. Ve Anadolu’da Osmanlı’nın
merkezileşmesi nedeniyle mutsuz ve kendini devletten dışlanmış hisseden Türkmen
aşiretler, Erdebil Tekkesi’nin saygınlığı üzerinden hareket eden Şeyh Cüneyd
akımının etkisine girer. Böylece aşiret ve bürokratik yapı arasındaki zıtlıktan
neşet eden doğal siyasî muhalefet, mezhebî ve ideolojik bir boyut kazanır. İşte
yaşanan bu mezkur gerilimler neticesinde Kızılbaş kimliği ortaya çıkar.
Yıldırım bu bağlamda Alevilik konusuna da kısaca değinir.
Zira hem Bektaşilerin yabancılaşması hem de Alevi kimliğinin oluşum ya da
dönüşümü de bu süreçle alakalıdır. Erdebil Tekkesi’nden ayrılan Somuncu
Baba’nın Anadolu coğrafyasındaki güzergahına bakıldığında çıkan harita bugün
Alevilerin yaşadığı yerlere işaret etmektedir. Başka bir ihtimal ise Türkmen
aşiretlerin zaten orada ikamet ediyor olmaları ve Şeyh Cüneyd’in bıraktığı
tohumların onlar arasında hayat bulmasıdır. İlginç olan, yıllar boyunca İran’da
silahlı erkin başında yer alan Kızılbaşlardan bugün İran’da eser kalmamasıdır.
Ama Aleviler Anadolu’da hâlâ mevcuttur. Yıldırım’a göre bunun sebebi olarak
Kızılbaşların kökeninin Anadolu’da olma ihtimali düşünülebilir. Bununla
birlikte Çaldıran Savaşı’ndan sonra İran’daki Kızılbaşlar Şah İsmail’in de
tercihiyle on iki imam Şiiliğine kayarlar. Zaten Kızılbaşların tasavvufî
düşüncesi, hukuk üretebilecek nitelikte bir inanış da değildir.
Ele aldığı konuyu tarihî ve antropolojik yöntemlerle
inceleyen Rıza Yıldırım, tezini yapısalcı bir zemin üzerine inşa eder. Aşiret
ve bürokratik yapılar arasındaki “doğal zıtlık”, muhalif Kızılbaş kimliğinin
oluşumuna ve belli bir din anlayışını geliştirmesine yol açar. Bu durum, göçebe
aşiret yapısının dini yaşama biçimi esas alınmak suretiyle devletin temsil ettiğinden
“farklı” bir din anlayışının benimsenmesiyle gerçekleşir. Yıldırım’a göre bu,
Lévi-Strauss’un ifade ettiği “bilinçsiz yapılar”ın farklılaşması sürecidir. Bu
konuyla ilgilenenler ayrıca, Ayfer Karakaya Stump’un aynı sene ve aynı konu
üzerine Harvard Üniversitesi’nde hazırladığı “Subjects of the Sultan, Disciples
of the Shah: Formation and Transformation of the Kizilbash/Alevi Communities in
Ottoman Anatolia” başlıklı doktora tezini de inceleyebilirler.