18 Nisan 2015 tarihinde Bilim ve Sanat Vakfı’na bağlı
Medeniyet Araştırmaları Merkezi tarafından Şia ve Hadis başlıklı bir panel
düzenlendi.Ülkemizde akademik olarak yeterince incelenmemiş konulardan biri olan Şia mezhebinin hadis anlayışının farklı açılardan ele alınmasının amaçlandığı panelde, Şia'da hadis konusu, Klasik Yayınları'ndan çıkan, bizim de burada kısaca tanıttığımız, Şia'nın Hadis Anlayışı Üzerine İncelemeler başlıklı derleme kitap çerçevesinde ele alındı. Panelin programı şöyleydi:
Oturum Başkanı
Oturum Başkanı
Prof. Dr. Mehmet Ali Büyükkara
(İstanbul Şehir Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi)
Konuşmacılar
Doç. Dr. Mehmet Ümit
(Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi)
Şiî Fırkalar: Ortak Kabuller ve Farklılıklar
Doç. Dr. Bekir Kuzudişli
(İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi)
Şia’da Hadis Rivayeti: Temel Yaklaşımlar
Arş. Gör. M. Enes Topgül
(Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi)
İlmin “Özel” Taşıyıcıları: Şia’da Rical ve Literatürü
Katılma fırsatı bulduğum panelin sonunda oturum başkanı
Prof. Büyükkara, konuşmacı M. Enes Topgül’ün Keşşî’nin Ricâl adlı kitabı
çerçevesinde erken dönem Şiî rical ilmi üzerine bir doktora tezi hazırladığını,
kitaplaştırıldığında ortaya koyacağı yeni bakış açısıyla tezin İran ve Irak’taki
Şiî ilim merkezlerinde ciddi bir yankı uyandıracağını, hatta bu yüzden kitabı Farsçaya
tercüme ettirmeyi planladıklarını söylemişti. Büyükkara’nın sözünü ettiği tez kitaplaşmış
ve Marmara Üniversitesi İlahiyat Vakfı’nca 2016 başında yayımlanmıştır. Kitabı
buradan inceleyebilirsiniz.
Aralık 2015’de yayımlanan Bilim ve Sanat Vakfı Bülten’inde
çıkan (sayı: 88) yazısında Merve Aktan Şia ve Hadis başlıklı paneli şu şekilde değerlendirdi.
*
Bilim ve Sanat Vakfı Medeniyet Araştırmaları Merkezi, çok
fazla akademik çalışma yapılmayan Şia mezhebi ve hadis konusunu ele alan bir
panel düzenledi. Mehmet Ali Büyükkara başkanlığındaki oturumda Mehmet Ümit,
Bekir Kuzudişli ve Enes Topgül; Şii fırkalar, Şia’nın hadis rivayetine yaklaşım
tarzı ve rivayet literatürü gibi konuları kapsayan tebliğler sundular. Panelin açılışını
gerçekleştiren Mehmet Ali Büyükkara, Şia ile Ehl-i Sünnet arasındaki en büyük
ihtilafın hadis usulü ve sünnet anlayışı noktasında olduğunu; bu sebeple
Şia’nın hadise bakışını siyasetten görece uzak, bilimsel ve akademik yönü ağır
basan bir panelde tartışmanın önemine vurgu yaptıktan sonra sözü Mehmet Ümit’e
bıraktı.
Tebliğini Şii fırkalar, bu fırkaların ortak kabulleri ve
farklılıkları üzerine kuran Ümit, konuşmasına Şia’yı, “Hz. Peygamberden sonra
hilafetin ya da imametin Hz. Ali ve evlatlarının hakkı olduğunu düşünen
gruplar” şeklinde tanımlayarak başladı ve bu temel düşüncenin kabulünden sonra
doğan farklı anlayış ve inançların mezhebi nasıl şekillendirdiğini,
gruplaşmaların nasıl oluştuğunu değerlendirdi. Konuşmasında, Şia içerisindeki
ilk siyasi farklılaşma olan Zeydiyye ile ana bünye olan İmâmiyye fırkaları
üzerinde yoğunlaşan, bunların ortaya çıkış şartlarını ve anlayışlarını
karşılaştırmalı olarak ele alan Ümit, bu iki fırkanın öncesinde yahut
içerisinde oluşmuş, kimisi oldukça uç fikirlere sahip (“Gulât” başlığı altında
değerlendirilenler gibi) birçok farklı grubun varlığından bahsetti. Bunlara
örnek olarak da Hz. Hüseyin’in vefatından sonra imametin Hz. Ali’nin Hz.
Fatıma’dan olmayan oğlu Muhammed Bin El-Hanifîyye ile devam etmesi gerektiğini
düşünen Keysaniyye fırkasını verdi.
Ümit öncelikle, muhalif kaynaklarda olumsuz nitelik
atfetmek amacıyla Râfızîlik olarak nitelendirilen ve süreç içerisinde bugün
Şia’nın ana bünyesi kabul edilen îsnâ-aşeriyye’ye (“on ikiciler” olarak da
adlandırılan, nebevi otoritenin on iki imam vasıtasıyla aktarıldığını
düşünenler) dönüşen İmâmiyye Şiası’ndan bahsetti. Bu fırkanın imamette nass ve
tayin anlayışı ile vasilik gibi fikirlerinin özellikle 6 ve 7. imamlar olan
Ca’fer es-Sadık ve Mûsa el-Kâzım döneminde netleşmeye başladığını ifade etti.
Ümit’e göre, fırkalar bağlamında ciddi bir kırılma noktası, 11. imamın
vefatıyla 12. imam Muhammed el-Mehdî’nin gaybete girmesi sonrasında ortaya
çıkan on dört farklı gruptan birinin dördüncüasrın ikinci çeyreğinden itibaren İsnâaşeriyye
olarak devam edişi idi. Ümit, bir diğer önemli husus olarak, imam silsilesi
devam ederken 9 ve 10. imamların bu liderlik makamına çocuk yaşta
erişmelerinin, imamların bilgiye sahip olma yollarını tartışmaya açtığını
belirtti ve o dönemde imamların bilgisinin kesbî değil vehbî olarak elde
edilmiş olduğu, bu yüzden de otoritelerinin sorgulanamayacağı sonucuna
varıldığını bildirdi. Şia’da gruplaşmaların yaygınlığına dikkat çekmek için
Nevbahtî’den yaptığı alıntıyla, her imamın vefatından sonra bir önceki imamın
taraftarlarının farklı sayılarda fırkalara ayrıldığını belirten Ümit, bu durumu
6. imam Ca’fer es-Sadık’tan sonra imamlığın oğlu İsmail’e ait olduğunu savunan
ve bugün en önemli Şii fırkalarından biri olan İsmailiyye ile örneklendirdi.
İkinci olarak, Zeydiyye fırkasıyla ilgili açıklamalarda
bulunan Ümit, bu fırkanın hicri 122 yılında Hz. Hüseyin’in torunu Ali
Zeynelâbidin’in başlattığı ayaklanmaya destek verenler ile oğlu Zeyd bin
Ali’nin yanında yer alanlar tarafından ortaya çıkarıldığını belirtti.
Dolayısıyla Zeydiyye fırkası itikadi olmaktan ziyade siyasi bir farklılaşma
sonucu doğmuştur. Ümit’in aktardığı bilgilere göre, itikadi bünyeyi Kasım
el-Resi döneminde kazanan Zeydîlik, kendisinin yetiştirdiği talebelerin İslam
coğrafyasının çeşitli bölgelerine gidişiyle İran’a ve Yemen’e kadar uzanmış,
aynı zamanda olgunlaşmıştır.
Ümit, konuşmasının son kısmında İmâmiyye ve Zeydiyye
arasındaki farklıkları ele aldı. Zeydilere göre, ilk üç imam olan Hz. Ali, Hz.
Hasan ve Hz. Hüseyin meşrudur ve nass ile tayin edilmişlerdir. İmamet de,
gerekli nitelikleri taşıyan Hasan yahut Hüseyin’in evlatlarındanbiriyle devam
etmelidir. Buna karşın, İmâmiyye’de Hz. Hüseyin soyundan devam etmesi gereken
bir imamet anlayışı mevcuttur. Zeydilikte, İmâmiyye’den farklı olarak, ilk üç
imam dışındaki imamlar “ismet” sıfatı taşımazlar ve yapıp ettiklerinin hesabını
vermek durumundadırlar. Zeydiler, Gâib İmam Mehdi anlayışını da kabul etmezler.
İmamın aralarında olması ve yaşamıyla örnek olması gerektiğini düşünürler.
Ayrıca, hem imamların masum olduklarına inanıp onları ismet ve takiyye
anlayışlarıyla peygamberler seviyesine, hatta peygamberlerden üst seviyeye
çıkardıkları hem de gaybet anlayışını benimsedikleri için İmâmiyye’yi sert bir
biçimde eleştirirler. İki fırkanın ayrıldığı bir diğer husus olarak Ümit, 12.
imamın kıyametten önce geri gelirken ibret olarak yanında bir grup çok iyi ve
çok kötü insanıbulunduracağına ilişkin “ricad” fikrini öne sürdü. Ancak,
mehdinin gayb imam değil Hz. Hasan veya Hüseyin’in oğullarından biri olduğuna
inanan Zeydiler, bu fikre şiddetle karşı çıkmaktadırlar. Ümit, özellikle
“tevhit” ve“adalet” gibi konularda iki fırkanın arasında ciddi bir ayrılığın
bulunmadığını, temel farklılıkların imamet meselesi etrafında şekillendiğini
belirterek konuşmasını noktaladı.
İkinci konuşmacı olarak sözü Bekir Kuzudişli aldı ve Şia
hadis rivayeti hakkında temel yaklaşımları özellikle îsnâ-aşeriyye üzerinden
açıkladı ve Ehl-i Sünnet ile kıyasladı. Kuzudişli, Hz. Peygamberin ağzından
çıkan bir hadisin Küleynî’nin el Kafi’sine, temel Kütüb-i Erbaa’ya (Şia’nın
dört temel hadis kitaplarından birisidir) nasıl geçtiği ve Ehli Sünnet’in
üzerinde önemle durduğu “isnâd” hususunun Şia’da nasıl değerlendirildiği
sorularıyla tebliğine giriş yaptı. Ardından, Şia ile Ehl-i Sünnet arasındaki üç
temel probleme dikkat çekti. Bunlar; Şiilerin, Kuran-ı Kerim’in yapılan çeşitli
çıkarmalarla tahrif edildiğini düşünmeleri, sahabeleri gasıp ve zalim olarak
nitelendirmeleri ile en temelde “hilafet” meselesindeki görüşleridir. Şia’ya göre,
Hz. Peygamber kendisinden sonra halife olacağını Hz. Ali’ye söylemesine
(Gadir-i Hum olayı) ve o dönemde bu durum kabul edilmesine rağmen, Hz.
Peygamber ölünce sahabeler bu buyruktan yüz çevirerek zalim; Hz. Ali’nin
halifelik hakkını elinden alarak gasıp olmuşlardır. Hz. Ali de kendisiyle kıyam
edecek kırk kişi bulamadığı için takiyyede bulunmak zorunda kalmıştır.
Kuzudişli, Kuran-ı Kerim’in tahrifi inanışını bu bağlamda değerlendirerek
hilafet gibi önemli bir mevzuun hiçbir ayetle bildirilmemiş olmasının Şiileri
Kuran-ı Kerim’de çıkarmalar yapıldığını düşünmeye sevk ettiğini vurguladı.
Kuzudişli’ye göre, Şia’nın hadis anlayışının en temel
meselelerinden biri, Peygamber sözü ile imam sözü arasında hiçbir fark olmaması
ve bir hadisin güvenilir sayılması için imama ulaşmasının yeterli görülerek
hadisi Hz. Peygamber’e nispet etmeye gerek duyulmamasıdır. Temel kitaplardan
olan Men lâ yahduruhul fakîh’deki rivayetler incelendiğinde; yüzde atmışının 6.
imam Ca’fer es-Sadık, yüzde on beşinin 5. imam Muhammed el-Bâkır, yüzde
yedisinin Hz. Peygamber ve yüzde beşinin de Hz. Ali’ye dayandığının tespiti,
bir taraftan Şia’da imamların koşulsuz masumiyetine ve Peygamber’in
rivayetlerini en güzel taşıyan grup olduklarına olan inançlarını gösterirken,
diğer taraftan imamların bilgi kaynaklarını sorgulamaya açmaktadır. Bu bağlamda
Kuzudişli’nin saydığı ve varlıkları iddia düzeyinde kalan üç-dört çeşit kaynak;
imamların babaları kanalıyla öğrendikleri şifahi rivayetler, Peygamberin bizzat
kendisinin Hz. Ali’ye yazdırdığına inanılan ve fıkhi konuları kapsayan Camia
adındaki büyük kitaptan alınan yazılı rivayetler, Peygamber’in vefatından sonra
Hz. Cebrail’in Hz. Fatıma’ya yazdırdığına inanılan Mushaf-ı Fatıma ve hilafetin
Hasanilerde değil Hz. Hüseyin ve onun soyunda olduğunu gösteren belgeleri
içeren Cefridi. Bu kaynakların zenginliğine ve imamların masumiyetine inanan
Şiiler, gasıp ve zalim olarak niteledikleri sahabelerden rivayet almayı kabul
etmemiş ve yanıldıkları belli olup olmayan şahıslar vasıtasıyla hadislere
ulaştıkları için Ehl-i Sünnet’i eleştirmişlerdir. Burada, imamlar bütün bu
bilgi kaynaklarından beslenmesine rağmen, neden Ca’fer es-Sadık’tan sonra
bilgilerin Ehl-i Sünnet’e benzer şekilde râviler yoluyla aktarıldığı sorusunu
gündeme getiren Kuzudişli; cevabın, “çocuk imam” meselesinde saklı olduğunu,
imamların Allah tarafından kalplerine yeni bilgiler ilka edildiği için muhaddes
ve müfehhem kimseler olduğuna inanılsa da küçük yaşın hadis aktarımını
engellediğini ve hicri ikinci asrın ortalarından itibaren imamlara verilen
rolün hadis rivayetinden hadis kitabı tashihine kaydını belirtti. Buradan
hareketle Kuzudişli, dört yüz asılın imamlar huzurunda yazıldığını, bu
asıllardan ara kitapların oluşturulduğunu ve ara kitaplardan da Kütüb-i
Erbaa’nın kaleme alındığını ifade ederek konuşmasını sonlandırdı.
Son bildiri, kitaplara aktarım sürecinde hadisleri bir
sonraki nesle ulaştıran râvilere ve bunları tanıtan rical eserlerine odaklanan
Enes Topgül’e aitti. Topgül, Şii ricalliteratürü hakkında bilgi verdiği,
literatürün kırılma noktalarını ele aldığı, Şii ve Sünni rical literatürünü
karşılaştırdığı bir tebliğ sundu. Şii râvi etütlerinin, Ca’fer es-Sadık sonrası
normal rivayet anlayışıyla başlatıldığını ifade eden Topgül; Sünni dünyada
râvilerde “sika” (güvenilir), “zapt sahibi” (aldığı şeyi iyi nakleden) ve
“itikadı sağlam olmak” gibi şartların aranmasına benzer şekilde Şia’da da kimi
râvilerden gelen rivayetlere karşı konulan sınırlar “ilecerh vetad’il”
(rivayetlerin ret ve kabulü) şartlarından bahsetti. Şia dünyası dışındakilerin
“âmmî”, yani “mezhebi bozuk” olarak nitelendirildiğini ve Şii rical
kaynaklarında âmmîliğin cerh sebebi olarak görüldüğünü; bunun yanı sıra Fatahi,
Navusi, Zeydi gibi erken dönem Şii fraksiyonlara sahip olanların da
rivayetlerinin kabul edilmediğini vurguladı.
İmamet teorisinin gündemde olduğu ama tam olarak
şekillenmediği üçüncü asrın başlarında kaleme alınan rical metinlerinde bir
imamet sırasını veya tabakatını takip etmenin mümkün olmadığından, buna istisna
teşkil eden Berkî’nin Kitâbü’l Rical’inde ise Hz. Peygamber ashabından
başlanarak imam silsilesinin sırayla bildirildiğinden ve “imam” başlıkları
altında bir takım râvi isimlerinin zikredildiğinden bahseden Topgül, bu tip en
erken rical metinlerinde dahi cerh ve tad’il’e yer verildiğine dikkat çekti.
Üçüncü asrın sonuna kadar benzer şekilde kaleme alındığı görülen rical
metinleri dördüncü asırda farklılaşma göstermekte, bir kısmında râviler
rivayetleri üzerinden cerh ve tad’il’e tabi tutulurken –ki tek örneği Keşşî’ye
aittir-, bir kısmında ise sadece imamların altına isimler dizilmektedir.
Keşşî ve eserinin diğer rical literatüründen farklılığını
da irdeleyen Topgül, Keşşî’nin yaşadığı Semerkant-Keş bölgesinin Şii
merkezlerden uzaklığına dikkat çekti. Ardından, Keşşî’nin kendisiyle aynı
bölgede yaşamış hocalarından yaptığı alıntılardan hareketle, “râvi ile
rivayetini eşleştirerek verme” düşüncesinin bu bölgeye mahsus olabileceğini ve bu
türde kaleme alınan eserlere diğer coğrafyalarda rastlanmadığını belirtti.
Topgül, Şii rical literatüründe bir yığın meçhul râvi ve rivayet bulunmasının,
bir râvi hakkında sıkça çelişkili hükümlerle karşılaşılmasının ve aynı bilginin
farklı imamlara nispet edilmesinin yarattığı karmaşaya karşın, Keşşî’nin bu
bilgileri isnadlı vermesinin önemini vurguladı. Bu bağlamda önemli bir kırılma
noktasının da, Hillî ekolü tarafından rical literatürüne armağan edilen,
râvileri “güvenilir” ve “zayıf” şeklinde ikili bir tasnife tutma düşüncesi
olduğunun altını çizen Topgül, zayıf râvileri derleyen eserlerin ilk kez
beşinci asırda görüldüğünü belirtti.
Konuşmasının son kısmında, Sünni-Şii literatürünü
karşılaştırmalı olarak ele alan Topgül, Sünni eserlerde görülen râvinin adı,
künyesi, râvi hakkında ulemanın kanaatleri, râvinin rivayetlerinden örnekler,
müellifin râvi hakkındaki kanaati ile râvinin vefatı şeklindeki düzenli
ilerleyişe Şii rical literatüründe rastlanılmadığını, dolayısıyla bu eserlere
bir bakıma kaosun hâkim olduğunu ifade etti. Sünni literatürde “cerh şartı”
olarak önem verilen ve râvinin sika olması, kitabının muteber olması, meşru bir
yolla rivayeti hocasından alması gibi hususlar Şii dünyada genellikle göz ardı
edilmiş; râvinin itikadının sağlamlığı ise öne çıkan tek kriter olmuştur. Son
olarak Topgül, rical kaynaklarına demografik yapıyı analiz etme gözüyle de bakılabileceğini
ve bu yolla hocaların rihle yönleriyle ilim alma şekilleri hakkında fikir elde
edilebileceğini vurgulayarak sözlerini tamamladı.