Velayet, İslâm ümmetinin bekasını güvence altına alır; velayet 
olmaksızın ne ümmet kalır ne imamet, İslâm’dan da geriye birtakım ilahî 
kanunların dışında bir şey kalmaz. İslâm’ın dinamik, mücadeleci ve 
yapıcı hale getiren velayettir. İmam Hüseyin’in (a.s.) ifadesiyle, 
namaz, oruç, zekât gibi İslâm’ın şartları dahi velayet ve imamet 
sayesinde toplumda tahakkuk ve tebellür eder. 
 Zaman ayırdığınız için teşekkür ederim. Dilerseniz Gadir-i 
Hum hadisinin içeriğinden ve önemini ele alarak başlayalım sohbetimize.
  
 Ayetullah Muhammed Mehdi Asıfî: İslâm'da tevhid 
inancından sonra en önemli inanç ilkesi, velayettir. Aslında ikinci 
sırada yer alan nübüvvet inancı, bir anlamda bu inanç ilkesi içinde üstü
 kapalı bir şekilde mevcuttur, bunda mündemiçtir. Kur'ân, velayet 
hakkında şöyle buyurur: “Kuşkusuz sizin veliniz Allah ve Resulü'dür.” (Mâide, 55) Allah Resulü'nün (s.a.a.) velayetini O'na itaatle bir tutar ve şöyle tasrih eder: “Allah'a itaat edin ve Resul'e itaat edin.” (Teğâbün, 12) Bizim inancımıza göre Allah'ın, birtakım kelimelerle imtihan ettikten (“İbrahim'i Rabbi bir takım kelimelerle imtihan etmişti.”) ve onun da başarılı bir şekilde imtihanı vermesinden sonra (“O da bunları tamamlayınca…”) Hz. İbrahim'e (a.s.) verdiği velayet ve imamet, risaletin tamamlayıcısı olan ümmetin imamet ve velayetinin (“Seni insanlara imam kılacağım.” -Bakara 124) ta kendisidir.
  
 Velayetin iki veçhesi vardır: İlki, velayetin insanlarla olan irtibatı;
 ikincisi, insanların velayetle irtibatı. Birincisi, hâkim ve evlâ oluş 
ilkesiyle bağlantılı olup Kur'ân da bu hususa işaret etmiştir: “Nebi, müminlere kendi nefislerinden evladır.” (Ahzâb, 6) “Kuşkusuz sizin veliniz Allah ve Resulü ve inananlar, namaz kılanlar ve rükû ederken zekât verenlerdir.” (Mâide, 55) İkinci boyutu ise, itaattir. Bu konuda Kur'ân şöyle buyurur: “Allah'a itaat edin ve Resul'e itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine (ulü'l-emr) de.” (Nisâ, 59)
  
 Velayet, İslâm ümmetinin bekasını güvence altına alır; velayet 
olmaksızın ne ümmet kalır ne imamet, İslâm'dan da geriye birtakım ilahî 
kanunların dışında bir şey kalmaz. İslâm'ın dinamik, mücadeleci ve 
yapıcı hale getiren velayettir. İmam Hüseyin'in (a.s.) ifadesiyle, 
namaz, oruç, zekât gibi İslâm'ın şartları dahi velayet ve imamet 
sayesinde toplumda tahakkuk ve tebellür eder. Bu yüzden bizim 
rivayetlerimizde velayetin namazdan ve oruçtan daha önemli olduğu 
vurgulanmıştır. İmam Muhammed Bâkır'dan (a.s.) nakledilen bir hadiste şöyle geçer: “İslâm
 beş şey üzere bina edilmiştir: namaz, zekât, oruç, hac ve velayet.” 
Hadisin ravisi Zürare, “Bunlardan hangisi efdaldir, daha faziletlidir?” 
diye sorduğunda İmam, “Velayet bütün hepsinden efdaldir, çünkü velayet, 
onların anahtardır ve veli, onlara doğru yol gösteren kılavuzudur” 
buyurur. Diyalog sürer ve İmam devamında şöyle
 buyurur: “Velayet, emrin zirvesi, en uç noktası ve anahtarıdır ve her 
şeyin kapısıdır. Rahman'ın rızası da, bilip tanıdıktan sonra imama itaat
 etmektedir.” (el-Kâfî, c. 2, s. 18; Bihâru'l-Envâr, c. 68, s. 33)
  
 Meşhur Gadir-i Hum hadisi de velayet hakkındadır ve hadiste, Hz. 
Peygamber (s.a.a.) Ali b. Ebi Tâlib'i (a.s.) kendisinden sonra 
Müslümanların velisi tayin etmiştir. Hz. Peygamber böyle yaparak iki 
hususu Müslümanlara açıktan ilan etmiştir: İlki, velayetin ve imametin, 
kendisinin vefatından sonra da güçlü bir biçimde devam edeceğidir. Bu, 
Resulullah'ın (s.a.a.) vefatıyla birlikte ümmetin siyasî, toplumsal ve 
askerî önderliğinin kendi haline bırakılmadığı anlamına gelir. İkincisi,
 kendisinden sonra İmam Ali (a.s.), Allah'ın nassı ve atamasıyla 
Müslümanların imamı, veliy-i emri olacaktır.
  
 Ayetullah Seyyid Muhammed Bakır Hekim: Gadir-i Hum 
hadisi, İslâm tarihindeki önemli bir hadiseyi açıklayan önemli bir 
hadistir. Bu önemli hadise, Resul-i Ekrem'in (s.a.a.) Ali b. Ebi Tâlib'i
 (a.s.) kendi halifesi ve vasisi olarak ataması ve beraberinde hacca 
giden, aynı zamanda da o zamanının her bölgeden Müslümanlarının 
temsilcisi olan bütün Müslümanlardan biat alması olayıdır. İşte bu 
olayın anlatıldığı hadise Gadir-i Hum hadisi denilir. Böyle anılmasının 
nedeniyse, Hz. Peygamber'in bu atama ve tayin işini, Veda Haccı 
dönüşünde, Cuhfe yakınlarındaki Gadir-i Hum diye bilinen yerde yapmış 
olmasıdır.
  
 Gadir-i Hum, Mekke'ye dönüş yolunda bütün hacıların konakladığı son 
menzildi ve bundan sonra yollar ayrılıyor, hacılar birbirlerinden 
uzaklaşıyorlardı. İşte böyle bir yerde Hz. Peygamber'e vahiy nazil oldu 
ve ondan bu atamayı Müslümanlara bildirmesi istendi: “Ey 
Resul! Sana Rabbinden bildirileni açıkla. Eğer bunu yapmazsan risâlet 
görevini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur!” 
(Mâide, 67)
  
 Bu emri alınca Hz. Peygamber, münadi çıkarıp hacıların bir araya 
toplanmasını istedi; ileri giden hacıların geri dönmelerini, geride 
kalanların da yetişmesini bekledi. Hacılar toparlanınca ayağa kalkıp bir
 konuşma yaptı. Konuşmasında kısaca peygamberliğin öneminden, 
peygamberlerin görevlerinden ve bunların insanlara kazandırdıklarından 
söz etti ve yakında aralarından ayrılacağını ekleyerek onlardan bütün bu
 görevlerini hakkıyla yerine getirdiğine dair şahitlik etmelerini 
istedi. Sonra da İmam Ali'yi (a.s.) halife tayin etti ve orada hazır 
bulunan herkesten İmam Ali için biat aldı.
  
 Bu, Gadir-i Hum hadisesinin kısa özetidir. Bu önemli hadiseye ilişkin 
tarih rivayetlerinde anlatı detaylandırılır, nakillerde kullanılan 
ifadeler de çeşitlilik gösterir. Bununla birlikte, bütün bu rivayetler 
mütevatirdir ve tamamında Hz. Peygamber'in şu cümleyi söylediği geçer: “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır.”
  
 Ehl-i Beyt (a.s.) taraftarlarının tamamınca kabul edilen, ayrıca Sünnî 
muhaddis ve âlimlerce de sıhhatinde herhangi bir kuşku bulunmadığı 
belirtilen Gadir-i Hum hadisini bu şekilde kısaca özetledikten sonra 
şimdi öneminden söz edebilir, bu hadisin diğer hadislere nispetle ne 
gibi imtiyazlara sahip olduğunu sıralayabiliriz:
  
 1) Bu hadis, velayet konusunda vârid olan diğer 
hadislere nispetle daha uzundur ve muhteva olarak da daha zengindir. 
Gadir-i Hum hadisinde Müminlerin Emiri Ali'nin (a.s.) velayet ve 
imameti, hassas konularla birlikte ele alınmıştır ki bu açıdan hiçbir 
hadis bu hadise benzememektedir. Gadir-i Hum hadisinde izlenen bu 
yaklaşım bağımsız bir araştırmayı hak ediyor.
  
 2) Hadis, tarih, kelam ve edebiyat disiplinleri 
açısından bu hadisin isnadı ve nakil şekli, öte yandan insanların içine 
işlemesi bakımından hadisin muhtevası, velayetle ilgili diğer hadisler 
arasında benzersizdir. Araştırmacılar hadisin mütevatir olduğunu 
ispatlamışlardır ve hangi fırka ve mezhebe mensup olursa olsun bütün 
Müslümanlar hadisin sahih olduğunu itiraf etmişlerdir.
  
 3) Gadir-i Hum hadisesini meydana getiren koşullar, 
hadisin vürud sebebi, özgün niteliklere sahiptir; diğer hadislerin vârid
 oluş sebeplerinde benzer koşullar bulunmaz. Şöyle ki, bu büyük toplantı
 sadece ve sadece bu hadisi söylemek için düzenlenmiştir, işin içinde 
başka bir amaç yoktur. Görev yerine getirilir, mesaj Hz. Peygamber 
tarafından aktarılırken, orada bulunan herkes muhatap alınmıştır; ki bu 
bakımdan, Kur'ân'da işaret olunan (“Allah'ın ve Peygamberi'nin, müşriklerden uzak olduğunu, büyük hac günü, Allah ve peygamberi insanlara ilan eder.” Tevbe, 3) beraat ilanı dışında bir olayda bu olayın bir benzeri yaşanmamıştır.
  
 Müşriklerden uzak olunduğunun ilanı nasıl özgün ve imtiyazlı bir 
olaysa, İmam Ali'nin (a.s.) velayetini açıklayan Gadir-i Hum hadisiyle 
ardından kalabalık Müslüman topluluğunun her ferdinden İmam Ali için 
biat alınması hadisesi de o denli özgün ve imtiyazlıdır. Nitekim hadis, 
Hz. Peygamber'in ömrünün sonlarında, İslâm risâleti kemale ulaştıktan ve
 İslâm Devleti bütün Arap yarımadasına ulaştıktan, İslâm ümmeti güçlenip
 nüfuzlu hale geldikten sonra, Hz. Peygamber bu koşullarda Müslümanlarla
 vedalaşırken söylenmiştir. Bu, bütün Müslümanlardan biat alındıktan 
sonra nazil olan Mâide 3'deki hakikate işarettir: “Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim, size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı seçtim.”
  
 4) Gadir-i Hum'da İmam Ali'nin (a.s.) Resul-i 
Ekrem'den (s.a.a.) sonra hilâfete tayin edilmesi, sadece Hz. 
Peygamber'in açık beyanıyla gerçekleşmedi. Başka bir deyişle, velayet ve
 imametle ilgili diğer hadislerde olduğu gibi, bir tarih rivayeti 
formatında bir gerçek gündeme getirilmiş olmadı sadece. Gadir-i Hum 
hadisinde İmam Ali'nin hilâfeti bir hüküm ve emir olarak icra edildi ve 
herkesten biat alınmasıyla, her Müslüman, İmam Ali'nin imamet ve 
velayetine bağlı kalacağını taahhüt ettiğini, iltizam ettiğini, bunu 
kendisine farz bildiğini ilan etmiş oldu. İşte bu, Gadir-i Hum hadisini 
ve hadisesini imamet ve velayetle ilgili diğer hadislerden ve başkaca 
hadiselerden ayırt eden, onu hassas bir noktaya taşıyan, ona üstünlük 
kazandıran başat özelliktir.
  
 5) Resul-i Ekrem (s.a.a.), Müslümanların biatlerine 
bağlı kalmamalarından, ileride biatlerini bozmalarından çekiniyordu ve 
bu çekincesi O'nu, İslâm ümmetinin şekillenmesi açısından zaruri gördüğü
 bu önemli konuyu açıklamaktan alıkoyuyordu. Biati bozmanın, neticede, 
Müslümanları İslâm'ı bir kenara atmaya sevk edeceği düşüncesindeydi. 
Fakat Allah'ın velayet ve imamet hükmünün icrasına yönelik kesin emri, 
Hz. Peygamber'in ilahî görevini yerine getirerek risâleti ikmal edecek 
hakikatin açıklanmasıyla sonuçlandı. Allah, Hz. Peygamber'i ve 
risâletini koruyacağını vaat etmişti.
  
 Resul-i Ekrem'in (s.a.a.) bu siyasî hadiseyle ilgili tespitleri ve 
öngörüsü tamamen yerindeydi; çünkü Müslümanlar yaklaşık yetmiş gün sonra
 (Gadir-i Hum hadisesi ile Hz. Peygamber'in vefatı arasında geçen süre 
kastediliyor, ç.n.) biatlerini bozdular. Bununla birlikte, Allah vaadini
 gerçekleştirdi ve Hz. Peygamber'i ve risâletini muhafaza etti. Çünkü 
Müslümanlar başta hep birlikte biat etmiş, tamamı İslâm'ın ve nübüvvetin
 emrine uymayı kendilerine farz bilmiş, Hz. Peygamber'e bağlılık 
göstermişlerdi. Hz. Peygamber'in nasbının, atamasının etkileri günümüze 
dek devam etti. Bu gün Gadir-i Hum'daki ilk biate bağlı kalan 
Müslümanlar, sorumluluk alma, sabır gösterme, bağlılık ve övünç 
bakımlarından ümmetin en seçkin topluluğunu oluşturmaktadır.
  
 Beş maddede sıraladığım bu özellikler, yalnızca Gadir-i Hum hadisinde 
görülür, velayet ve imametle ilgili diğer hadisler bu özelliklerden 
yoksundur.
  
 Gadir-i Hum hadisi Şiî ve Sünnî hadis derlemelerinde nakledilmişken, ihtilafa sebep olan husus nedir?
  
 Ayetullah Asıfî: İhtilafın kaynağı, Gadir-i Hum 
hadisinde geçen “mevlâ” kelimesidir. Lügat âlimleri, kelimenin birçok 
anlamı olduğunu yazmışlardır: “terbiye eden”, “amca,” amcaoğlu”, 
amcakızı”, “kul”, “malik”, “tâbi”, “ortak”, “damat”, “evlâ”, “muhabbet” 
ve “yardımcı”. Gadir-i Hum hadisi bağlamında “mevlâ” kelimesinin son üç 
anlam dışında bir anlamda kullanılmış olması makul değildir. Kelimenin 
sadece bu üç anlamda kullanıldığı kabul edilir.
  
 Şia âlimleri, hadis metnindeki karinelerden yola çıkarak “mevlâ” 
kelimesinin “evlâ” anlamında kullanıldığını kabul eder ve şöyle açıklama
 yaparlar: Gadir-i Hum hadisinde kastedilen İmam Ali b. Ebi Tâlib'in 
(a.s.) Resul-i Ekrem'den (s.a.a.) sonra insanlar üzerinde Hz. 
Peygamber'in sahip olduğu evleviyet ve imamet makamına sahiptir. Bunun 
birçok kanıtı, şahidi ve karinesi vardır. Ehl-i Sünnet âlimleri ise, 
hadis bağlamında kelimenin, “muhabbet” ve “yardımcı” anlamlarına 
geldiğini ileri sürmüşlerdir. Aslında bu iki anlamla tanımlamadıklarında
 hadisi yorumlayamayacaklarının farkına varmış, bu yüzden de bu iki 
anlam üzerinde durarak şöyle bir açıklamada bulunmuşlardır: “Hz. 
Peygamber'in hadisteki maksadı, Hz. Ali'nin oradaki insanların dostu, 
muhibbi ve yardımcısı olduğunu ilan etmekti.” Böyle bir açıklamadan ve 
yorumdan sonra, doğal olarak, artık Gadir-i Hum hadisi İmam Ali b. Ebi 
Tâlib'in (a.s.) imamet ve velayetine delalet etmeyecektir.
  
 Ayetullah Hekim: Gadir-i Hum hadisi çerçevesinde Şiî-Sünnî ihtilafını genel hatlarıyla birkaç maddede özetlemek mümkündür:
  
 1) Zayıf ve asılsız istidlaller yoluyla hadisin vârid 
olduğunu inkâr eden ve isnadının da uydurma olduğunu ileri süren, 
örneğin Fahreddin Razî tarafından ortaya atılan iddialar veya hadisin 
sabit ve mütevatir olmadığını ileri sürerek hadisin varid olduğunda 
şüphe uyandırmaya dönük, örneğin İbn Hacer Heysemî, Nureddin Halebî, İbn
 Teymiyye, İbn Hazm, Abdülhak Dehlevî ve diğer mutaassıp âlimlerin 
temayül gösterdikleri görüşler. Bu gruptaki ulema, hadisi inkâr etmenin 
hadisin delaletini inkâr etmekten daha kolay olduğunu düşünmüşler, bu 
yüzden de hadisin, kaçış yollarını tamamen kapatan, açık muhtevasını 
yorumlamaktan kurtulmak için, hadisin söylendiği gerçeğini ve isnadını 
inkâr etmişlerdir.
  
 2) Gadir hadisesinin etkilerini ortadan kaldırmak 
amacıyla olayı görmezden gelip sessiz kalmayı tercih etmişler, 
böylelikle de mezheplerinin, Resul-i Ekrem'den sonra İmam Ali'nin 
hilâfetini kabul etmeye yanaşmayan mezhebin, haricî varlığını korumak 
istemişlerdir. Mesela Buharî, Müslim böyle bir yol izlemiş, Sünnî 
âlimlerin çoğunluğu da bu yoldan gitmişlerdir.
  
 3) Gadir-i Hum hadisesinin ve hadisinin doğru 
anlaşılmasını sağlayan birtakım lafzî misalleri ve önemli karineleri 
hazfetmeyi tercih etmişlerdir. İlk sorunuza cevap verirken bu 
misallerden, şahitlerden ve karinelerden söz etmiştim. Sözgelimi 
Tirmizî, bağlamı bulunmayan, öncesi ve sonrasıyla ilişkilendirilmeyen şu
 kısa sözü alıntılamakla yetinmiştir: “Resulullah, Gadir hadisinde, ‘Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır.' dedi.” Biz bu kısa alıntıyı Tabersî'nin İhticâc'ında
 İmam Muhammed Bâkır'dan (a.s.) bütün bağlantıları, karineleri ve 
şahitleriyle birlikte naklettiği detaylı rivayetle karşılaştırdığımızda,
 Sünnî ulemanın kahir ekseriyetinin Gadir-i Hum hadisesini ve hadisini 
sansürlemede gösterdikleri yoğun ve kesintisiz çabayı daha iyi anlarız.
  
 4) Lügat ilmi metodolojisinin çok uzağında kalan 
birtakım yöntemlerle Gadir-i Hum hadisini tefsir etmeye çabalamışlardır.
 Bunu yapmaktaki amaçları, Gadir-i Hum hadisini akidevî ve sosyopolitik 
işleve sahip olan muhtevasından arındırarak, salt hissî ve ahlakî bir 
olguyu açıklayan bir söze indirgeyebilmektir.
  
 Ehl-i Sünnet kaynaklarında Gadir-i Hum hadisinin yeri nedir?
  
 Ayetullah Asıfî: Gadir-i Hum hadisini Resul-i Ekrem'in (s.a.a.) dilinden 100 binden fazla sahabî işitmiştir. Hadiseyle ilgili rivayetler Siretü'l-Halebiyye'de, Ahmed b. Zeynî ed-Dehlan'ın Sire'sinde, Tarihü'l-Hülefa'da, Tezkiretü'l-Havass'da
 ve benzer kaynaklarda nakledilmiştir. Bu kalabalık sahabe topluluğunun,
 bu büyük yolculukta Hz. Peygamber'e eşlik eden insanların, 
memleketlerine, kabilelerine döndüklerinde bu hadiseyi anlatmış 
olmaları, dolayısıyla anlatıların geniş bir satıhta yayılmış olması icap
 eder. Ancak bilhassa Emevîler döneminde ortaya çıkan siyasî birtakım 
sebeplerle, hadisin nakledilerek daha fazla yaygınlık kazanması 
engellenmiştir. Ancak buna rağmen Gadir-i Hum hadisi Ehl-i Sünnet 
kaynaklarında 110 sahabîden nakledilmiştir. Buna ilaveten, Allame Mir 
Hamid Hüseyin'in Abakatü'l-Envâr'da ve Allame Eminî'nin el-Gadir'de
 yazdığına göre, tabiînden ve farklı yüzyıllarda yaşamış Sünnî 
ulemasından 360 râvî hadisi Hz. Peygamber'den nakletmiştir. Merhum 
Allame Seyyid Abdülaziz Tabatabaî de Abakat ve el-Gadir
 üzerine yazdığı müstedreklerde, hadisin Ehl-i Sünnet tarikiyle 
nakledildiği çok sayıda kaynağı ortaya çıkarmıştır; inşallah bu çalışma 
yakın zamanda yayımlanır.
  
 Resul-i Ekrem'in (s.a.a.) Ali b. Ebi Tâlib'in (a.s.) imamet ve 
velayetini tebliğ etmeye verdiği önemden, yüz bin kişiden oluşan büyük 
kalabalığın hadisi işitmesinden ve Müslüman ümmetin imamet ve velayet 
meselesinin hassasiyetinden dolayı Gadir-i Hum hadisi herkesçe bilinmiş 
ve hadis derlemelerinde çokça nakledilmiştir. İslâm tarihinde başka bir 
hadisin Gadir-i Hum hadisi kadar kesin bir biçimde tevatür derecesine 
ulaştığını sanmıyorum. Bu nedenle hadis kesinkes mütevatirdir ve isnad 
açısından sıhhatinde şüphe edilemez. Dolayısıyla isnadının sıhhatini 
tartışmaya lüzum yoktur. Gadir-i Hum hadisinin Ehl-i Sünnet tarikinden 
sahih senetle nakledildiği çok sayıda versiyonu bulunmaktadır. Biz 
burada bu isnadlardan sadece birkaçına temas edeceğiz:
  
 Hâkim Nişaburî Müstedrekü's-Sahiheyn'de (Bu 
eserde Buhari ve Müslim'in şartlarına göre sahih sayılan fakat onların 
kitaplarına almadıkları hadisler toplanmıştır, Medya Şafak) (c. 3, s. 
118, hadis: 4576) şöyle yazar: “Bana, Ebubekir Muhammed b. 
Balveyh ve Ebubekir Ahmed b. Cafer el-Bezzaz, Abdullah b. Ahmed b. 
Hanbel'in babasından, onun da Yahya b. Hammad'dan, onun da Ebu 
Avane'den, onun da Süleyman el-A'meş'den, onun da Habib b. Sabit'ten, 
İbn Sabit'in de Ebi'l-Fusayl'dan, onun da Zeyd b. Erkam'dan 
Resulullah'ın şöyle rivayet ettiği söylediler…” Sonra Gadir-i Hum 
hadisini nakleder ve şöyle yazar: “Bu hadis Şeyheyn'in (Buharî ve 
Müslim'in) şartlarına göre sahihtir, ancak onlar hadisi istihraç 
etmemişlerdir.”
  
 Nişaburî yine Müstedrek'inde (c. 3, s. 631, hadis: 6272) şöyle yazar: “Bana,
 Kufe'de Muhammed b. Ali eş-Şeybanî haber verdi ve dedi ki, bana, Ahmed 
b. Hazım el-Gaffarî, ona da Ebu Nuaym, Kamil Ebu'l-Alâ'nın Habib b. 
Sabit'ten, onun da Zeyd b. Erkam'dan şöyle işittiğini haber verdi…” 
Ardından Gadir-i Hum hadisini nakleder ve yazar: “Bu hadisin senedi 
sahihtir, lakin onlar (Şeyheyn) istihraç etmemişlerdir.”
  
 Meşhur rical âlimi Zehebî, Telhisu Müstedrek'te bu hadisi naklettikten sonra sahih olduğunu doğrular.
  
 Tirmizî de Sünen'inde (c. 5, s. 591, hadis: 3713) şunları yazar: “Bana,
 Muhammed b. Beşar, ona Muhammed b. Cafer, ona da Şube, o da Seleme b. 
Kehil'den Ebu't-Tufeyl'in Ebi Şureyha'dan veya Zeyd b. Erkam'ın 
Resulullah'dan şöyle naklettiğini işittiğini haber verdi: Ben kimin 
mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır.” Sonra şunları yazar: “Ebu İsa bu 
hadisin hasen sahih olduğunu söyledi.”
  
 Ebu Cafer Tahavî Müşkilü'l-Âsâr'da (c. 2, s. 308) şöyle der: “Bu hadisin isnadı sahihtir ve râvîlerinden hiçbiri zemmedilmemiştir.”
  
 Kurtubalı İbn Abdülberr el-İstiab'ında (c. 2, s. 373) hadisi zikrettikten sonra şöyle yazar: “Tamamı sahihtir.”
  
 Sıbt İbnü'l-Cevzî Tezkiretü'l-Havass'da (s. 18) şunları kaydeder: “Bu
 rivayetlerin tamamını Ahmed b. Hanbel “Fadail”inde istihraç etmiştir. 
Bu hadislerin içinde Ömer b. el-Hattab'ın “Bütün mümin erkeklerin ve 
mümin kadınların mevlâsı oldun” sözünün nakledildiği rivayetin zayıf 
olduğu söylenmiştir. Cevap şudur: Bu rivayet sahihtir ve zayıf olan 
hadis, Ebu Bekir Ahmed b. Sabit'in rivayet ettiğidir.” 
  
 Şafiî Ebu Abdullah Gencî Kifayetü't-Tâlib'de (s. 15) şöyle yazar: “Bu
 meşhur hadis hasendir ve râvîleri sikadır, güvenilirdir. İsnadların 
bazısının bazısıyla bağlantılı olması naklin sahih olduğunun hücceti, 
kanıtıdır.”
  
 Nureddin Heysemî Mecmau'z-Zevâid'de (104, hadis: 9109) hadisi tevsik eder, güvenilir kabul eder. İbn Hacer Heytemî de Savaiku'l-Muhrika'da (s. 25) hadisin sahih olduğunu tasrih eder, ancak delaletinin tartışmalı olduğunu belirtir.
  
 Hadisin tevatür derecesi, kimisine işaret ettiğimiz rivayet 
tariklerinin sıhhati ve cerh ve tadil âlimlerinin tanıklıkları apaçık 
ortadayken hadisin vârid olduğunda şüphe etmek, kesin hakikatten şüphe 
etmeye benzer.
  
 Ayetullah Hekim: Gadir-i Hum hadisi, Ehl-i Sünnet 
muhaddislerine göre, ikinci veya üçüncü derecede bir hadistir, çünkü bu 
hadis-i şerif Sünnîler arasında sahih olarak bilinen hadis 
derlemelerinde nakledilmemiştir. Sadece Tirmizî ve İbn Mace, daha önce 
ifade edildiği gibi, hadisi eksik olarak nakletmişler ve Hz. 
Peygamber'in Gadir-i Hum'da “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır” dediğini yazmışlardır. Altı sahihten oluşan Kütüb-i Sitte'nin birinin müellifi olan Nesaî de, çeşitli isnadlarını zikrederek Gadir hadisini nakletmiştir. Buna ilaveten, Ahmed b. Hanbel Müsned'inde
 40 isnad, İbn Cerir Taberî 79 tarik, Cezerî 80 tarik, İbn Ukde 75 
tarik, Ebu Said es-Sicistanî 120 tarik, Ebu Bekir Cuabî 125 tarik ve İbn
 Yemenî 150 ile bu hadis-i şerifi nakletmiş, kitaplarına kaydetmişlerdir
 (bu konuda Allame Şerefüddin'in el-Müracaat'ına bakılabilir).
  
 Ayrıca Hâkim Nişaburî Müstedrek'inde, Taberanî Mecma'sında, İbn Asakir Tarih'inde
 birkaç farklı tarikten bu hadisi nakletmişlerdir. Allame Seyyid 
Şerefüddin, Gadir-i Hum hadisinin naklini bir sahih müellifi olan 
Müslim'e nispet etmiştir, tabii ki Müslim'in rivayeti de kısadır (el-Müracaat, s. 263).
  
 Bu söylediklerimizin ortaya koyduğu husus şudur: Sünnî âlimler genelde 
Gadir-i Hum hadisinin sahih olduğunu kabul etmişlerdir. Bunun birkaç 
istisnası vardır ki bunlar da, Zehebî, İbn Cezerî, Celaleddin Suyutî, 
Molla Ali Kadirî, Cemaleddin Ataullah b. Fadl Şirazî, Münavî, İbn Kesir,
 Şeyh Ali Taki, Mirza Mahzum, Ziyaüddin Kablî, Muhammed b. İsmail Emir, 
Muhammed b. Sadr gibi Gadir hadisinin mütevatir olduğunu kabul eden 
ulemaya nispetle kıyıda köşede kalmış mutaassıp âlimlerdir (Nefahatü'l-Ezhar, s. 105).
  
 Hadisin delaletiyle ilgili tartışmalara gelince; Ehl-i Sünnet 
ulemasının geneli, imamet ve velayeti beyan eden apaçık ifadelerine 
rağmen hadisin konusunu, duygusal ve ahlakî bir konuya 
dönüştürmüşlerdir. Açıktır ki bu tefsir, tevcih ve tevilin sebebi 
Sünnîlerin ilk üç halifenin hilâfetini kabul etmiş olmalarıdır. Bu 
kabullerinden dolayı böylesi bir yoruma ve tevile başvurmuşlardır.
  
 Gadir-i Hum hadisinin rivayetinde ne gibi tahrifler olmuştur? Birkaç örnekle açıklayabilir misiniz?
  
 
 Ayetullah Asıfî: Gadir-i Hum hadisini, sözüne ve 
görüşlerine saygı duyulan hiçbir muhaddis yalanlayamaz, inkâr edemez. 
Hadisin vârid olup olmadığına dair tartışmalar, daha önce de 
söylediğimiz gibi, apaçık bir hakikatten şüphe duymaya benzer. Bununla 
birlikte, bu hadis, siyasî bir mesajı da içerdiğinden, çeşitli 
şekillerde yorumlanmış ve manevî tahriflere uğramıştır. Bu tahriflerin 
ne kadar basit ve sade olduğunu göstermek için bir örnek vereceğim: İbn 
Kesir el-Bidâye ve'n-Nihâye'de hicrî onuncu yılla ilgili hadisleri ele alırken (c. 5, s. 227) şöyle yazar:
  
 “Hz. Peygamber'in Veda Haccı dönüşünde, Mekke ve Medine 
arasında, Cuhfe yakınlarında Gadir-i Hum denilen yerde bir hadis irad 
ettiğine dair fasıl: O, bu hadisinde, Ali b. Ebi Tâlib'in faziletini 
açıklamış ve onun, beraberinde Yemen topraklarına giden yoldaşlarından 
bazılarının söylediklerinden uzak olduğunu bildirmiştir.”
  
 Görüldüğü gibi İbn Kesir çok basit bir yorumda bulunur. Buna göre, 
Resul-i Ekrem (s.a.a.), sırf İmam Ali'nin faziletini hatırlatmak ve 
O'nun, Yemen seferindeki yol arkadaşlarının söylediklerinden beri 
olduğunu söylemek için yüz bin kişiyi o sıcak günde ve yakıcı güneşin 
altında bir yere toplayıp bekletmiştir!
  
 Şia'nın Gadir-i Hum hadisinden çıkardığı inanç ilkeleri nelerdir?
  
 Ayetullah Asıfî: Şia, bu hadisi, İmam Ali b. Ebi 
Tâlib'in (a.s.) Resul-i Ekrem'den (s.a.a.) sonraki mutlak imamet ve 
velayetinin delili olarak kabul eder. Hadisin metninde geçen “mevlâ” 
kelimesinin velayet ve evleviyet anlamında kullanıldığı karinesinden 
hareketle bu düşünceyi benimser.
  
 Ayrıca, Şia, hadiste açıklanan İmam Ali'nin velayet ve imametinin 
Allah'ın emri olduğuna ve Allah'ın izni olmaksızın hiçbir imamet ve 
velayetin meşru olamayacağına inanır. Tebliğ ayeti bu noktaya delalet 
eder: “Ey Resul! Sana Rabbinden bildirileni açıkla, tebliğ 
et. Eğer bunu yapmazsan risâlet görevini yerine getirmemiş olursun. 
Allah seni insanlardan korur!” (Mâide, 67) Bu ayet-i 
kerime, çok sayıda müfessir ve muhaddisin kaydettiği üzere, 18 
Zilhicce'de, Gadir-i Hum gününde, İmam Ali'nin velayetinin ilanıyla 
ilgili olarak nazil olmuştur (ed-Dürru'l-Mensur, c. 2, s. 298; Fethü'l-Kadir, c. 3, s. 57; Fahreddin Razî, Tefsir, c. 2, s. 348; Tefsirü'l-Mizan, c. 6, s. 463; Esbabü't-Tenzil, s. 150; Şevahidü't-Tenzil, 187).
  
 Ayetullah Hekim: Gadir-i Hum hadisinden ve onunla ilgili önemli hadiseden birkaç inanç ilkesi çıkarılır:
  
 1) İmamet, nübüvvet gibi Allah tarafından verilen bir 
mansıptır, yetkidir. Çünkü Hz. Peygamber'in İmam Ali'yi nasbı, ataması, 
Allah'ın emriyle olmuştur. Bu gerçeğin altını çizen Hz. Peygamber'in bu 
mansıbın İmam Ali için korunmayacağını öngörmesine rağmen -ki O'nun bu 
öngörüsü dönemin gerçekleriyle uyumluydu- Allah'ın Hz. Peygamber'i bu 
mesajı açıklamakla görevlendirmesidir. Açıktır ki bu mesajın, bu emrin 
açıklanması, sadece İmam Ali'nin bu mansıbı elde etmesiyle ilgili bir 
husus değildi, çünkü amaç gerçekleşmedi. Dolayısıyla bu büyük hadise, 
inançla ilgili bu emrin, imamet mansıbının da nübüvvet gibi yalnızca 
Allah tarafından verilebileceği ilkesinin açıklanması için meydana 
geldi.
  
 2) İmama biat etmek ve biati bozmak, bir peygambere biat etmekle ve biati bozmakla aynıdır ve aynı sonuçları beraberinde getirir.
  
 3) Gadir-i Hum hadisesi aynı zamanda İmam Ali'nin 
masumiyetini de ortaya koyar. Zira O'nun velayetine teslim olmak, O'na 
yardım etmek, O'nun düşmanlarına düşmanlık beslemek, O'nun yolunu 
izlemek ve düşüncelerine bağlı kalmak, Hz. Peygamber'in velayetine 
teslim olmakla, O'na yardım etmekle ve düşüncelerine bağlı kalıp yolunu 
izlemekle bir tutulmuştur.
  
 Bu çıkarımlarınızı nasıl kanıtlayabilirsiniz? 
  
 Ayetullah Asıfî:  Biz, Gadir-i Hum hadisindeki “mevlâ”
 kelimesinin “evlâ” anlamında kullanıldığına inanıyoruz. Buna göre, “Ben
 kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır” cümlesi, Resul-i Ekrem'in 
(s.a.a.) her kimin üzerinde velayeti varsa, İmam Ali b. Ebi Tâlib'in 
(a.s.) de onun üzerinde velayete sahip olduğu anlamına gelir. Kelimenin 
bu anlamda kullanıldığını gösteren kanıtlar mevcuttur:
  
 1) Sahih isnadla nakledilen Gadir-i Hum hadisinde Hz. Peygamber'in önce insanlara “Ben size kendi nefislerinizden evlâ değil miyim?” diye sorduğu geçmektedir. Peygamber Efendimiz olumlu cevap aldıktan sonra “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır”
 buyurmuştur. İkinci cümlenin birinci cümleden sonra gelmesi, Hz. 
Peygamber'in “mevlâ” ile kastettiğinin evla oluş, evleviyet olduğunu 
açıkça ortaya koyar.
  
 Öte yandan “Ben size kendi nefislerinizden evlâ değil miyim?” cümlesinde Ahzâb 6'ya gönderme vardır: “Elçi müminler için kendi nefislerinden evlâdır.”
 Bu ayet-i kerimeye göre Resul-i Ekrem Müslümanlar üzerinde mutlak 
velayet hakkına sahiptir. Gadir-i Hum hadisinde Hz. Peygamber bu anlama 
işaret etmiş ve Allah tarafından kendisine verilen ve Ahzâb 6 ayetiyle 
açıklanan velayetin kendisinden sonra İmam Ali'ye intikal edeceğini 
bildirmiştir.
  
 Muhaddislerin çoğunluğu “Ben size kendi nefislerinizden evlâ değil 
miyim?” cümlesini Gadir-i Hum hadisini naklederken zikretmişlerdir; 
Allame Eminî de el-Gadir'inin birinci cildinde bu muhaddislerin bir listesini vermiştir. Hanefî mezhebine mensup Sıbt İbn Cevzî Tezkiretü'l-Havass adlı önemli kitabında (s. 20) “mevlâ” kelimesini tefsir ederken farklı ihtimaller üzerinde durmuş, sonra şöyle yazmıştır:
  
 “Hadiste murat edilen özel itaattir ve onuncu ihtimal bunu 
belirlemektir. Buna göre (hadisin ilgili cümlesinin) anlamı, ben kime 
nefsinden daha evla isem Ali de ona (nefsinden) evlâdır. Bu yorumu Hafız
 Ebu'l-Ferec Yahya b. Said es-Sakafî Medhü'l-Bahreyn isimli kitabında 
ortaya koymuş ve bu hadisi, râvîlerini zikrederek naklettikten sonra 
şöyle yazmıştır: ‘Resulullah Ali'nin elini tuttu ve buyurdu: Ben kimin 
velisi isem ve kime nefsinden evla isem Ali de onun velisidir. Bil ki 
bütün anlamlar onuncu ihtimale döner. Nitekim Hz. Peygamber'in şu sözü 
de buna delalet etmektedir: ‘Ben müminler için kendi nefislerinden evlâ 
değil miyim?' İşte bu, imametinin ve itaatinin kabulünün ispatına dair 
apaçık nasstır.”
  
 2) Resul-i Ekrem, yirmi üç yıl süren risâleti boyunca 
tevhid mesajı dışında hiçbir mesajı açıklamada böylesine özenli 
davranmamış, bu denli hazırlık yapmamış ve hiçbir mesajı bu kadar 
kalabalık bir topluluk önünde tebliğ etmemiştir. Bizce, Hz. Peygamber 
bunca hazırlığı, sırf insanlara, Ali sizin dostunuz ve yardımcınızdır, 
diyebilmek veya Yemen seferindeki yoldaşlarından bir ikisinin Ali 
hakkında söylediklerinin önemsiz olduğunu anlatmak için yapmamıştır. O 
kadar hazırlığı bu kadar küçük bir mesele için yaptığını kabul edersek, 
tarihi hiçbir zaman doğru düzgün anlayamayız. Bizim zamanımızda, bizim 
gözlerimizin önünde böyle bir hadise meydana gelmiş olsaydı, onu böyle 
küçük bir kalıba sığdırma çabasına girer miydik?
  
 3) İnancımızı ve iddiamızı doğrulayan üçüncü kanıt, 
Hz. Peygamber'in velayet makamına naspettikten sonra İmam Ali için 
yaptığı duadır: “Allah'ım! O'nu seveni sev, O'na düşman olana düşman ol! O'na yardım edene yardım et, O'nu üstün tutanı üstün kıl!”
  
 Bu dua için, Hz. Peygamber'in vefatından sonra İmam Ali'nin velayetine 
düşmanlık besleyecek ve nefsanî arzularına kapılarak O'nun imametini 
engellemeye dönük siyaset izleyecek olanlardan söz ettiği dışında bir 
yorum yapabilmenin imkânı yoktur. Ayrıca bu dua, yalnızca İmam Ali için 
yapılmış bir dua değildir, İmam Ali'nin yoldaşlarını ve O'nunla birlikte
 direnenleri de kapsamına almaktadır. Dua, sahih senetle nakledilen 
Gadir-i Hum hadisinde de geçmektedir.
  
 4) Dördüncü kanıt, Hz. Peygamber'in İmam Ali'yi velayet makamına naspetmeden önce söylediği, “Davet edildim, o halde icabet edeceğim… Aranızda kısa bir süre kalacağım” sözüdür. Bu cümle, sahih isnadlarla ve tariklerle birçok kez rivayet edilmiştir. Allame Eminî el-Gadir'inde bu isnad ve tarikleri zikreder (c. 1, s. 26, 27, 30, 32, 34, 36, 47, 176).
  
 Açıktır ki Hz. Peygamber önce böyle bir söz söyleyerek, vesayet, 
velayet ve imametle ilgili kendisinden sonraya yönelik emrin kabul 
edilmesini sağlamak istemiştir. Dolayısıyla “Ben kimin mevlâsı isem Ali 
de onun mevlâsıdır” cümlesi, İmam Ali b. Ebi Tâlib'in velayet ve 
imametinin ilanından başka bir anlama gelemez.
  
 5) Beşinci kanıt, Müslümanlar o gün velayet mesajının 
Resul-i Ekrem (s.a.a.) tarafından tebliğ edilmesinden sonra İmam Ali'ye 
(a.s). biat edip O'nu kutlamışlardır. Bazı rivayetlerde biatin yatsı 
namazı sonrasına kadar sürdüğü, başka bazı rivayetlerde ise biatin üç 
günde ancak bittiği nakledilmiştir. (el-Gadir, c. 1, s. 270. Muhammed b. Cerir Taberî'nin Kitabu'l-Velayet'te Zeyd b. Erkam'dan naklettiği rivayetler.)
  
 O gün İmam Ali'yi kutlayanlar arasında birinci ve ikinci halife de 
vardı. Bu olayı muhaddis ve tarihçilerden bir topluluk rivayet etmiştir 
ki bunlar arasında Ahmed b. Hanbel (Müsned, c. 4, s. 281, altı rivayet), Hatib Bağdadî (Tarihu Bağdad, c. 8, s. 290), İbn Hacer (Savaiku'l-Muhrika, s. 26), Kadı Ebu Bekir Bakıllanî (et-Temhid, s. 171) de bulunmaktadır. Rivayetlerin râvîleri hakkında bilgi el-Gadir'de mevcuttur.
  
 İmam Ali'yi tebrik ederken söylenen “Ne mutlu sana ey İbn Ebi Tâlib! Bugün bütün mümin erkeklerin ve mümin kadınların mevlâsı oldun!”
 sözü, Müslümanların İmam Ali'ye biat ettiklerinin ilanıdır. Bu biati ve
 tebriki, İmam Ali'nin insanların dostu ve yardımcısıdır, şeklinde 
yorumlamak mümkün değildir.
  
 6) Altıncı kanıt, insanların o gün bu hadisi dinlerken
 İmam Ali'nin velayet ve imametini anlamış olmalarıdır. Nitekim Hassan 
b. Sabit, Gadir-i Hum'da hazır bulunan Hz. Peygamber'in şairi, olaydan 
sonra bir şiir okumak için izin istemiştir. Hadisçilerin ve tarihçilerin
 hiç muhalefet etmeksizin naklettikleri bu şiirinde Hassan b. Sabit 
şöyle demiştir:
  
 “Sonra ona dedi ki kalk ey Ali! Şüphesiz ben,
  
 Senin benden sonra imam ve hidayet edici (hâdî) olmana razı oldum.
  
 Ben kimin mevlâsı isem bu da onun velisidir!
  
 Ona sadakatle tabi olun.
  
 Ardından dua etti: Allah'ım! Dost ol ona dost olana,
  
 Ve düşman ol Ali'ye düşmanlık edene!”
  
 Hz. Peygamber, şiirini okuduktan sonra Hassan b. Sabit için şöyle dua 
etmiştir: “Ey Hassan! Dilinle (şiirinle) bize yardımcı olduğun sürece 
Ruhu'l-Kuds tarafından desteklenirsin.”
  
 Bu çıkarımları Ehl-i Sünnet nasıl yorumluyor?
  
 Ayetullah Asıfî: Gadir-i Hum hadisi, isnadı açısından 
sahih ve güvenilirdir ve zamansal ve mekânsal karineler ve kanıtlar 
bakımından delaleti de açıktır. Bununla birlikte, bu hadis, İslâm 
ümmetinin yazgısına dair bir mesaj içerdiğinden siyasî anlama da sahip 
olmuş ve bu yüzden de birtakım hassasiyetlerin oluşmasına sebebiyet 
vermiş ve çok defa manevî tahrife (manevî tahrif; lafzî tarifin aksine 
metnin lafızlarının-sözlerinin değil içeriğinin tahrif edilmesidir, 
Medya Şafak) uğramıştır.
  
 Mesela, Ehl-i Sünnet dünyasının iki büyük hadis âliminin, her ikisi de 
bizim için muhterem olan Ebu Abdullah Muhammed b. İsmail Buharî (öl. H. 
256) ile Ebu'l-Hüseyin Müslim b. el-Haccac Kuşeyrî'nin (öl. H. 261), 
tevatür açısından Hz. Peygamber'den nakledilen hadisler arasında 
benzersiz bir yere sahip olmasına ve onca sahih isnadı bulunmasına 
rağmen Gadir-i Hum hadisini Sahih'lerinde nakletmemiş olmaları, bizim açımızdan anlaşılabilir, tevcih edilebilir değildir. Müslim Sahih'inde
 Gadir-i Hum hadisini zikretmiş ve Zeyd b. Erkam'ın rivayetini sahih 
isnadıyla birlikte nakletmiştir. Ancak bu rivayette velayet ve imamet 
konularına hiç işaret edilmemiş, sadece Gadir mesajının bir parçası olan
 Sakaleyn hadisi zikredilmekle yetinilmiştir.
  
 Bu iki büyük muhaddisin, hadisin isnadını ve sıhhatini ikna edici 
bulmadıkları için Gadir hadisini rivayet etmekten imtina ettiklerini 
varsaymak mümkün değildir. Aynı şekilde, bu iki muhaddisin hadisi 
kasıtlı olarak nakletmekten imtina ettiklerini farz etmek de 
problemlidir. Sadece hadisin siyasî anlamını ve hadise gösterilen 
olağanüstü hassasiyeti bu imtinaın sebebi olarak gösterebiliriz ki bu 
hassasiyetler bazen muhaddisi istemeden de olsa etkisi altına 
alabilmektedir.
  
 Şiîliğin ve Sünnîliğin yakınlaşması babında yeri gelmişken şunu da 
ifade edeyim: Gadir'le ilgili araştırmalarda -ki bu araştırmalar kendi 
yerinde gerekli ve faydalıdır- iki büyük İslâm mezhebini, Şiîliği ve 
Sünnîliği birbirine yakınlaştırmak amacıyla eşzamanlı siyasî çalışmalar 
da yapılmalıdır. Siyasî, ilmî, fıkhî ve toplumsal meselelerde ortaya 
çıkacak bu yakınlaşma ve birliktelik, yapılacak işbirliği ve yoldaşlık 
kesinlikle bu hadis ve benzer hadisler çerçevesinde ortaya çıkan ve kökü
 geçmişe dayanan fevkalade hassasiyetlerin azalmasına sebep olacak, 
ihtilaflı meselelerde karşılıklı anlaşma zeminin oluşmasına katkı 
sağlayacaktır. Ancak böyle bir anlaşma zemini oluştuğunda bu hadisi, onu
 etrafını saran tarihsel hassasiyetlerden arındırarak tartışabiliriz. 
Elbette İran İslâm Cumhuriyeti'nin tesisinden sonra İmam Humeynî'nin 
(r.a.) şahsî çabaları, ardından da İslâm İnkılâbı Rehberi Ayetullah 
Hamaneî'nin gösterdiği gayretlerle bu altyapı oluşmuştur. Yapılması 
gereken İslâm dünyasında bu yönde çalışmaların daha fazla yapılmasını 
sağlamaktır.
  
 Sorunuzla bağlantılı olarak, Seyyid Mahmud Âlusî'nin Ruhu'l-Meani
 tefsirinde yazdıklarına işaret edeceğim. Âlusî, Maide 60'ı tefsir 
ederken, Gadir-i Hum hadisesini ve Hz. Peygamber'in oradaki mesajını 
silikleştirmek ve hadisin, Ali b. Ebi Tâlib'in (a.s.) imametine delalet 
ettiğini belli etmemek için yoğun çaba gösterir. Gadir-i Hum hadisini 
tenkit ederken Buharî ve Müslim'in hadisi nakletmemiş olmalarını kanıt 
olarak öne sürer. Tenkidinde kullandığı ikinci kanıt, bizim biraz önce 
İbn Kesir'in el-Bidâye ve'n-Nihâye'sinden naklettiğimiz sözleridir. Üçüncüsü, “mevlâ” sözcüğüyle ilgilidir. Ruhu'l-Meani'de (c. 6, s. 95) şöyle yazar:
  
 “Açıktır ki bu istidlalde yapılan ilk hata ‘mevlâ' 
kelimesinin ‘evla' anlamında kullanıldığının ileri sürülmesidir. Arap 
edebiyatçıları bunu kesinlikle inkâr ederler. Tam tersine şöyle derler: 
‘Mef'al', ‘ef'al' anlamına asla tevcih edilemez. Onlar bunu caiz 
görmemişlerdir, bunun tek istisnası lügat âlimi Ebu Zeyd'dir ve o da, 
Ebi Ubeyde'nin tefsirinde geçen, ‘Allah'ın sözünün anlamı, o mevlânızdır
 veya o size evlâdır' sözünü delil gösterir.”
  
 Şia uleması bu yorumlara ne cevap verir?
  
 Ayetullah Asıfî: Buharî ve Müslim'in bu hadisi 
kitaplarında nakletmemesiyle ilgili olarak, öncelikle bilinmesi gerekir 
ki, hiçbir muhaddis ve fakih bugüne değin bir hadisin sıhhatini o hadisi
 Buharî'nin veya Müslim'in rivayet edip etmemesine göre belirlememiştir.
 İkincisi, Ebu Abdullah Hâkim Nişaburî (öl. H. 405) Sahih'ler üzerine bir Müstedrek
 yazmış ve bu kitabında, ulaşabildiği ölçüde, Buharî'nin ve Müslim'in 
rivayet etmedikleri hadisleri, bu ikisinin şartlarını esas alarak 
derlemiştir. Şartı ise, rivayetin isnadındaki râvîlerin iki Sahih'ten birinde geçmesidir. Hâkim kitabının ön sözünde şunları yazar (Müstedrek ale's-Sahiheyn, c. 1, s. 2): “Bu ikisinden (Buharî ve Müslim) hiçbiri kendi naklettikleri dışında sahih bir hadisin bulunmadığını iddia etmemiştir.”
  
 Meşhur rical âlim Zehebî, Müstedrek'i telhis etmiş ve bu hülasa, kitabın metniyle birlikte yayımlanmıştır. Her ne kadar Zehebî özetinde, Müstedrek'in
 rivayetlerini Buharî'nin ve Müslim'in şartlarına göre tashih ederken 
her zaman Hâkim'le aynı görüşte olmasa da, birçok rivayeti, ezcümle 
Gadir-i Hum rivayetlerinden bazılarını tashih etmiş, bunların sahih 
olduğunu kaydetmiştir. Müstedrek'te Gadir-i Hum hadisi Buharî'nin ve Müslim'in şartlarına uygun olarak iki tarikten nakledilmiştir (Müstedrek, c. 3, s. 109-110).
  
 Üçüncüsü, sahih müelliflerinden Gadir-i Hum hadisinin sahih olduğunu yazanlar olmuştur. Bu cümleden olarak Tirmizî Sünen'inde (c. 5, s. 633, hadis: 3713) Gadir hadisinin sahih olduğunu tasrih etmiştir. Aynı şekilde İbn Mace de Sünen'inde
 (c. 1, s. 43, hadis: 116; c. 1, s. 45, hadis: 121) iki tarikten Gadir 
hadisini nakletmiştir. Ehl-i Sünnet muhaddislerinden Gadir hadisini 
rivayet edenlerin sayısı oldukça fazladır, daha fazla bilgi için el-Gadir'in birinci cildine ve Ayetullah Maraşî'nin İhkaku'l-Hakk'a yazdığı taliklere bakılabilir (c. 2, s. 426, 465, c. 3, s. 327, c. 6, s. 225, 268, c. 16, s. 559, 578, c. 21, s. 1, 93).
  
 Seyyid Mahmud Âlusî, Gadir hadisi hakkında şöyle bir ifade kullanır ve bu gerçekten ilginçtir (Ruhu'l-Meani, c. 6, s. 194): “Nesaî
 bu hadisi ceyyid, kavi (hadis ilmi terminolojisinde sahihe denk 
anlamına gelen bir terim, ç.n.) senetle rivayet etmiştir ve ricalinin 
tamamı sikadır, güvenilirdir. Zehebî de şöyle der:  Zeyd b. Erkam'dan 
rivayet edilen bu hadis kuşkusuz sahihtir.”
  
 Dördüncüsü, Ehl-i Sünnet ulemasının ileri gelenleri bu hadisin 
mütevatir olduğunu yazmışlardır. Ezcümle Zehebî bu görüştedir ve Âlusî 
tefsirinde onun bu konudaki sözünü nakletmiştir (Ruhu'l-Meani, c. 6, s. 195):
  
 “Zehebî der ki ‘Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun 
mevlâsıdır” hadisi mütevatirdir ve bu sözü Hz. Peygamber'in söylediği 
kesindir. ‘Allah'ım! Ona dost olana dost ol!' hadisine gelince, bu hadis
 de kavi senetlidir (sahihtir).”
  
 Hadisin isnadı, başta Akabat, el-Gadir, İhkaku'l-Hakk
 (Ayetullah Maraşî'nin taliklerini içeren basımı) olmak üzere birçok 
kitapta detaylıca ele alındığından biz burada bu konuya girmeyeceğiz.
  
 Âlusî'nin “mevlâ” kelimesinin Arapça “tasarrufta evlâ (öncelikli) olan”
 anlamında kullanılmadığı iddiasına gelince; bu bağlamda Allame 
Eminî'nin el-Gadir'ine müracaat etmek yeterli olacaktır. Allame Eminî orada farklı 40 tefsir, edebiyat ve hadis kitabından örneklerle Hadid 15'de (“Varacağınız yer ateştir, sizin veliniz odur.”)
 geçen “mevlâ” kelimesinin “evlâ” anlamına geldiğini kanıtlamıştır. 
Bunlardan yirmi yedisinde “mevlâ” “evlâ” kelimesiyle sınırlandırılarak 
tefsir edilmiş, geri kalanlarında da “evlâ”, ayette geçen “mevlâ” 
kelimesinin bir anlamı olarak zikredilmiştir.
  
 Arap dilcilerinin kabulüne rağmen Âlusî bu anlamı mutlak surette inkâra
 kalkışmıştır. “Mevlâ” kelimesinin “evlâ” kelimesiyle açıklanabileceği 
görüşünde olan dilciler arasında, el-Kâmil'in müellifi Ebu'l-Abbas (öl. H. 386), Meaniu'l-Kur'ân'ın
 müellifi Ebu İshak Zeccac (öl. H. 311), İbnü'l-Enbarî  (öl. H. 328), 
Ebu'l-Abbas Sa'leb (öl. H. 291), İbnü'l-Mübarek (öl. H. 202), Sihahü'l-Lugat'ın müellifi Cevherî (öl. H. 400) ve Lisanü'l-Mizan'ın müellifi İbn Manzur (öl. H. 711) bulunur.
  
 Öte yandan, Gadir-i Hum hadisi beyan edilemeden önce görülen 
hazırlıklar ve diğer karineler göz önüne alındığında -ki biz bunlardan 
biraz önce söz etmiştik- “mevlâ” kelimesinin “tasarrufta evlâ olan”, 
“emir sahibi” ve “hâkim” anlamlarının belirginlik kazandığı anlaşılır.
  
 Masum İmamlar (a.s.) sağlıklarında Gadir-i Hum hadisini kanıt gösterdiler mi? Bunun örnekleri var mıdır?
  
 Ayetullah Hekim: İmam Ali (a.s.) Gadir-i Hum hadisini 
defalarca kanıt göstermiş, bu hadisi kanıt göstermeye önem vermiştir. 
Çünkü Gadir hadisinin kendine has özellikleri vardır; bu özelliklerinden
 ilk sorunuzu yanıtlarken bahsetmiştik. İmam Ali, Gadir hadisini kanıt 
göstererek, ona istidlal ederek, hadisin tevatürünü muhafaza etti ve 
hadisin taşıdığı ilahî hedefi -ki bu aynı zamanda Hz. Peygamber'in de 
hedefiydi- gerçekleştirdi. Nitekim biz daha önce Gadir-i Hum hadisesinin
 tek hedefinin İmam Ali'nin Müslümanların yöneticilik makamına ulaşması 
olmadığını söylemiştik. Gerçi böyle olması gerekirdi, lakin Resul-i 
Ekrem insanların sözlerini bozacaklarını öngörmüştü. Elbette ki asıl 
amaç, İslâm'ın en önemli ilkelerinden biri olan asil imamet ilkesinin 
tespitiydi.
  
 Gadir-i Hum hadisesini bu şekilde değerlendirdiğimizde dünya 
kadınlarının efendisi Hz. Fatıma'nın (aleyhâ's-selâm), İmam Ali'yi Ebu 
Bekir'e biate zorlamalarını önlemek için niçin kendisini feda ettiğini 
anlayabiliriz. Hz. Fatıma'nın bu tutumu, şehitlerin efendisi İmam 
Hüseyin'in (as) tutumuna benzer. İmam Hüseyin de kendisini, İslâm'ı 
tespit ve muhafaza etmek amacıyla, İslâm'ı ve hükümlerini tehdit eden 
Yezid'i ve onun zalim yönetimini engellemek için feda etmiştir.
  
 Diğer Masum İmamlar (a.s.) da Gadir hadisini kanıt göstermişlerdir. Hz.
 Fatıma, İmam Hasan, İmam Hüseyin, İmam Muhammed Bâkır (a.s.) bu hadisi 
delil göstermişlerdir. Bununla birlikte, bunlara dair kayıtlar İslâm 
tarihinde ayrıntılı bir şekilde yer bulmamıştır. Ama tabii ki genel 
hatlarıyla rivayet edilmiştir. Bu konuda şu kitaplara bakılabilir: el-İhticac (c. 1, s. 74, c. 2, s. 273, 296), el-Müracaat (s. 265-274), el-Gadir (c. 3, s. 121-156).
  
 Gadir-i Hum hadisi üzerine çalışan âlimler ve araştırmacılar hakkında bilgi verebilir misiniz?
  
 Ayetullah Hekim: Âlimler arasında Şia uleması, Gadir-i
 Hum hadisi üzerinde daha fazla çalışmıştır. Onların bu konuda 
monografiler kaleme almış olduklarını görürüz. Bu meyanda erken dönem 
ulemasından İbn Ukde ile İbn Cerir Taberî'nin, son dönemden Akabat'ın müellifi Seyyid Hamid Hüseyin Leknevî ile el-Gadir'in
 müellifi Allame Eminî'nin isimlerini zikredebiliriz. Allame Eminî, 
kitabında, Gadir-i Hum konusunda yazılmış 26 monografi hakkında bilgi 
vermiştir (c. 1, s. 152-158).
  
 Sizce Gadir-i Hum hadisinin hangi yönleri üzerinde çalışmak gerekir?
  
 Ayetullah Hekim: Bu güne değin Gadir-i Hum hakkında 
takdire şayan çok sayıda önemli çalışma yapılmıştır. Bu çalışmalar, 
Gadir hadisinin isnadı ve delaleti tartışmaları etrafında gelişmiş ve 
şekillenmiştir. Bununla birlikte, sadece Ehl-i Beyt İmamları'nın (a.s.) 
hadislerinde ve Şia ulemasının kitaplarında işaret olunan konular da 
etraflıca incelenmiş, tartışılmıştır. Tartışılan konulardan birkaçına 
değinmek istiyorum:
  
 1) Daha önce defalarca İmam Ali'nin (a.s.) imamet ve 
hilâfetini açıklamış olmasına, hadisenin cereyan ettiği zamanda da güçlü
 ve Arap yarımadasının tamamına hâkim olmasına, Müslümanlarca saygı ve 
sevgi görmesine rağmen Resul-i Ekrem'in (s.a.a.) mesajı açıklamaktan ve 
mesajın hükmünü icra etmekten çekinmesi meselesi. Hz. Peygamber, Arap 
yarımadasında zaferler kazanmış ve kazandığı bu zaferler doğal olarak 
insanların sevgisini kazanmasına neden olmuştu. Buna ilaveten bu 
zaferler Araplara ve Müslümanlara izzet, büyüklük ve salabet 
kazandırmıştı.
  
 Bütün bunları göz önüne aldığımızda, Hz. Peygamber'in İmam Ali'nin 
hilâfet hükmünü açıklamaktan çekinmesi açıklanmaya ve sosyopolitik bir 
yoruma muhtaçtır. Bu çekincenin sebepleri incelenmelidir.
  
 2) Bu meyanda çelişkili bir açıklama ve yorum göze 
çarpar, o da şudur: Değindiğimiz gibi, bir yandan Gadir-i Hum hadisi 
Sünnî muhaddislerce mütevatir hadis olarak kabul edilmiş, öte yandan 
ulemanın tamamı hadisin mesajını icra etmekten, hadisin açıkladığı 
mesaja bağlı kalmaktan kaçmışlardır. Bunun taassuptan başka bir nedeni 
olabilir mi? Eğer öyleyse, niçin Sünnî uleması bu hadisi nakletmekte ve 
onu kabul etmektedir? Yoksa bu çelişki, beşeriyet tarihinde, bilhassa da
 semavî dinler tarihinde kendine mahsus etkileri olan psiko-sosyal bir 
olgu mudur? Çünkü biz Kur'ân'ın benzer bir olayın gerçekleştiğine dikkat
 çektiğini görürüz: Kur'ân, Resul-i Ekrem'in (s.a.a.) peygamberliğine 
çok sayıda delil sıralayarak ve bir o kadar da açıklama yaparak tanıklık
 etmiş, lakin buna rağmen Ehlikitap bu gerçeği inkâr etmiş, O'nun 
peygamberliğine inanmamışlardır.
  
 Gadir-i Hum'un görmezden gelinmesinin de psiko-sosyal bir nedeni 
vardır; hangi amillerin birleşerek bu haletiruhiyeyi ortaya çıkarıp 
biçimlendirdiğini, onları Gadir-i Hum'daki biatlerini bozmaya ne gibi 
faktörlerin sevk ettiğini incelemek gerekir.
  
 3) Gadir-i Hum hadisinde bildirilen İmam Ali'nin 
(a.s.) velayet ve imameti, bazı tarih rivayetlerinde söz konusu edilen 
Hz. Harun, Yuşa ve Şemun'un velayetleri gibi peygamberler tarihinde vaki
 olmuş benzer olayların bir tekrarı mıdır? Yoksa İmam Ali'nin velayeti, 
son peygamberin peygamberliği bağlamında, peygamberler tarihinde ortaya 
çıkmış köklü bir değişim ve dönüşümü mü göstermektedir? Eğer ikinci 
görüş doğruysa ki öyledir, velayet ve imamet çerçevesinde bu değişimin 
inanca ve inancın siyasî ve toplumsal boyutlarına yansıması nasıl 
olmuştur?
  
 Hasılıkelam, Gadir-i Hum hadisi geniş ve kapsamlı bir biçimde 
tartışılmamış, doktrinel, siyasal, sosyal ve tarihsel veçheleri münasip 
bir şekilde incelenmemiştir. Bizler, bu yeni tartışmaları sözünü 
ettiğimiz mihver meseleler etrafında şekillendirmeliyiz ki Gadir-i Hum 
insanlık tarihinde dinamik, işlevsel, ilham verici ve yapıcı bir rol 
üstlenebilsin. Aksi takdirde Gadir-i Hum, kuru, ruhsuz bir kelam 
tartışmasına döner ve tekrardan başka bir şey olmaz.
  
 Ayetullah Asıfî: Bence fıkıh ve kelam alanlarında 
Gadir-i Hum yeni araştırmaların konusu olmalıdır. İslâm hukuk ve kelam 
tarihinde Resul-i Ekrem'den sonra velayet ve imamet problemiyle ilgili 
olarak iki görüş ortaya çıkmıştır: Seçim (Ehl-i Sünnet'in bilinen 
görüşü) ve nas (Şia'nın görüşü). Gadir-i Hum, nas nazariyesinin seçim 
nazariyesi karşısında billurlaşmasıdır. İki büyük İslâm mezhebi arasında
 bu görüş ayrılığı tarihsel bir ihtilaf olmaktan ziyade imam ve veliy-i 
emrin tayini ekseninde, fıkhî ve kelamî köklü bir görüş ayrılığıdır. 
Ehl-i Sünnet'e göre insanlar imam ve veliy-i emr seçiminde hak 
sahibidir. Şia'ya göreyse imamı tayin etme yetkisi, sadece Allah'a 
aittir, dolayısıyla da insanların imamı seçme hakları bulunmamaktadır.
  
 Burada kısaca bu iki görüşü ele alalım: İnsanın siyasî yazgısında hak 
sahibi olduğu ve imam seçimine katılabileceği nazariyesini iki şekilde 
yorumlamak mümkündür:
  
 Birinci yorum; halk, siyasî kaderini belirlemede hak sahibi olup bu 
hak, kimsenin ondan alamayacağı doğal bir haktır nazariyesidir.
  
 Bu nazariye, aslında, günümüz demokrasisinin temelidir ve bunun en 
güzel felsefî açıklamasını Fransız filozofu Jean Jacques Rousseau Toplum Sözleşmesi
 kitabında yapmıştır. Bu görüş, demokratik sistemlerin bilimsel ve 
felsefî dayanağıdır ve üç ana ilkeden oluşur: Birincisi; hiçbir insanın 
bir diğeri üzerinde velayeti yoktur. İkincisi; her insan kendi kaderini 
seçme hakkına sahiptir. Üçüncüsü; her insan, ikincide bahsedilen hakkını
 bir başkasına tevdi edebilir.
  
 Bu üç ana ilke esasınca halk, kendi yazgısını belirlemek için imam, 
veliy-i emr ve halife seçebilir. Biz, söyleşinin sınırlarını aşmayacak 
ve uzun uzadıya bu nazariyenin eleştirisine girmeyeceğiz. İlk etapta 
göze çarpan, bu nazariye ile tevhidî dünya görüşü arasında esaslı bir 
ihtilafın bulunduğudur. Her ne kadar seçim nazariyesine inanan ve icra 
edenler Allah'a inansalar ve tevhid diniyle mütedeyyin olsalar da, ister
 kabul etsinler ister etmesinler, savundukları bu nazariye, materyalist 
ve mülhid bir nazariyedir. Tevhidin açıklayıcısı olan Kur'ân'a kısaca 
bir göz gezdirdiğimizde dahi Kur'ân'a göre her şeyin sahibinin Allah 
olduğunu, O'nun izni ve iradesi olmadan insana ait hiçbir şeyin 
olmadığını, üstelik O'nun izni ve iradesi olmaksızın insanın kendi 
üzerinde bile velayet hakkına sahip bulunmadığını açıkça anlarız. 
Kur'ân'da şöyle buyrulur:
  
 “Hüküm ancak Allah'ındır.” (Yusuf, 40, 67)
  
 “Yoksa onlar, Allah'ın dışında veliler (koruyucular, 
emirlerine uyacakları otoriteler) mi edindiler? Hâlbuki asıl veli 
Allah'tır.” (Şûrâ, 6)
  
 “Kâfirler beni bırakıp da, kullarımı kendilerine veli 
(koruyucu, emirlerine itaat edilecek otorite) edineceklerini mi 
sandılar?” (Kehf, 102)
  
 “Onların Allah'ın dışında, velileri de yoktur.” (Hûd, 20)
  
 “Gökleri ve yeri yoktan var eden, Allah'tan başka veli mi (koruyucu mu, otorite mi) edineyim?' de.” (Enâm, 14)
  
 Bu ayetler İslâm'da bir ilkeyi belirler ve bu ilkeye göre yalnızca 
Allah insanın yazgısı üzerinde egemendir; kimsenin ne kendi üzerinde bir
 velayet hakkı vardır, ne de bir başkasının. Kur'ân'ın ısrarla 
vurguladığı bu tevhidî ilke, demokrasi nazariyesinin temeli olan ikinci 
ilkenin tam karşıtıdır. Bu iki nazariyenin ayrılığı ve karşıtlığı ortaya
 çıktığına göre daha fazla bu konu üzerinde konuşmamıza gerek yoktur. 
Müslüman fakihlerden ve kelamcılardan hiçbirinin, insanın siyasî yazgısı
 üzerinde hak sahibi olduğu görüşünün Ehl-i Sünnet'e göre imamet ve 
velayet probleminin temel tartışması olduğunu iddia edeceğini 
sanmıyorum.
  
 İkinci yorum; halkın siyasî kaderini belirleme hakkı Allah'a aittir ve 
sadece O insanın yazgısı üzerinde mutlak velayet sahibidir, her meşru 
velayetin onun iznine ve emrine tabi olması gerekir.  Bununla birlikte, 
Allah bu hakkı halka tefviz etmiş ve Allah tarafından verilen bu yetki, 
tefviz gereğince de halk imam ve veliy-i emri kendi iradeleriyle 
seçebilme hakkına sahip olmuştur.
  
 Allah'ın seçme hakkını halka tefviz ettiği nazariyesi tevhidle 
çelişmez; ancak burada tartışılması gereken problem, böyle bir 
yetkilendirmenin, tefvizin gerçekleştiğine dair Kur'ân'a ve Sünnet'e 
dayanan bir delilin var olup olmadığıdır? Fıkıh ve kelam kitapları 
üzerine yaptığım araştırmalarda böyle bir tefvizin söz konusu olduğuna 
dair bir kanıta rastlamadım. Ancak Ehl-i Sünnet ulemasının imamet ve 
hilâfetin sıhhatini üç delille gerekçelendirdikleri görülmektedir: İcma,
 şûrâ, biat. Yani buna göre, Hz. Peygamber'den sonra imam ve halife, 
ümmetin icma üzere veya hall ve akd ehli şurası (seçiciler ve 
azlediciler komisyonu) tarafından veyahut halkın bir kısmının biat 
etmesi neticesinde seçilirse sahih ve meşru kabul edilir.
  
 İcmanın şerî hüccet olup olmadığı ulema arasında tartışmalıdır. Hüccet 
olduğunu kabul edelim; acaba halk Hz. Peygamber'in vefatından sonra 
hilâfet konusunda icma mı etmiştir? Nerede, ne zaman böyle bir şey vuku 
bulmuştur? Kimse Müslümanların birinin hilâfeti üzerinde icma 
ettiklerini iddia edemez. İcmanın hüccet olmasıyla ilgili bir tahlilim 
var, biraz ondan söz etmek istiyorum: İcmanın hüccet olduğu farz 
edildiğinde, her icma, icmanın akdedilmesinden sonraki asır fakihleri 
için hüccet olur. Fakat icmanın akdedilmesine katkı sağlayan fakihler, 
kendi akdettikleri icmaya istinat edemezler; çünkü o icmayı ortaya 
çıkaran kendileridir ve kendileri bu icmayı delil gösterirlerse ortaya 
bir devir, kısır döngü çıkar. Buna göre icma edenlerin kaçınılmaz olarak
 istinat edilebilir bir başka delile yaslanmaları gerekir. Bu durumda şu
 soru gelir akla: Eğer istinat edilebilir bir delil mevcutsa, icmadan 
sonra yaşayan fakihlerinin icmaya istinat etmelerine ne gerek vardır? Bu
 soruyu şöyle cevaplarız: İcma, icmanın delili olmadığından hüccettir. 
Açıktır ki, bu durumda, icmanın hüccet oluşuyla Kitap ve Sünnet'in 
hüccet oluşu birbirinden farklıdır. Çünkü Kitap ve Sünnet, müstakil 
birer hüccettir; icma ise, icma eden zamanın fakihlerinin istinat 
ettikleri, sonradan da ortadan kalkan delil dolayısıyla hüccettir. 
Aslında icma kendi başına delil değildir; delilin keşfini sağlayan bir 
araçtır.
  
 Bu tahlilin ve açıklamanın ardından şu soruyu soralım: Ümmetin Resul-i 
Ekrem'den (s.a.a.) sonra halife seçmesine dayanak, mesnet olabilecek 
delil nedir? Bu delilin Kur'ân'dan olmadığı kesindir; çünkü Kur'ân 
olduğu şekliyle, tam olarak bize ulaşmıştır ve biz onda böyle bir delile
 rastlamayız. Aklıselim de delil olamaz, zira aklıselim delili, o gün de
 bugün de aynıdır. Bu durumda delilin Sünnet'e dayanıyor olması gerekir.
 Eğer ümmetin dayanağı hadis idiyse, fevkalade siyasî öneme haiz olan bu
 hadisin yitmiş olması, kitaplardan, hafızalardan ve hatıralardan 
silinmiş olması olası değildir. Dolayısıyla, bir delile dayanmayan veya 
bir delilin keşfedilmesini sağlamayan icma hüccet olamaz.
  
 Halkın halife seçimini meşrulaştırabilmek için başvurulan ikinci yol 
şuradır. Bunu da Kur'ân'ın birkaç ayetinde şuranın meşru olduğunun 
tespit edildiği tezine dayandırıyor: “İşleri kendi aralarında şura ile olanlar” (Şûrâ, 38); “İş konusunda onlarla müşavere et” (Âl-i İmrân, 159)
 ve Resul-i Ekrem'den (saa) sonra halife seçiminin hall ve akd ehlinden 
(seçiciler ve azlediciler komisyonu) bazılarıyla edilen müşavere 
sonucunda gerçekleştiğini ileri sürüyorlar.
  
 Bu delilde çok açık bir problem var, kısaca anlatalım: Kur'ân'da ve 
hadislerde şuranın emredildiği kesindir, lakin şura kararının halk veya 
yönetici üzerinde bir yaptırım gücüne sahip olduğuna dair bir delil 
bulunmamaktadır. Kurtubî “İşleri kendi aralarında şura ile olanlar” 
ayetini tefsir ederken şöyle yazar (Tefsir, c. 4, s. 162):
  
 “Şura, görüş ayrılıklarına, ihtilaflara dayanır; kendisiyle
 meşveret edilen üzerinde görüş ayrılığı bulunan konuyu inceler ve 
mümkün olduğunca Kur'ân'a ve Sünnet'e en yakın görüşü seçer. Şu halde, 
eğer Allah onu iradesi ve meşiyetiyle irşad ederse o görüşte karar kılar
 ve Allah'a tevekkül ederek, o görüşe göre bir hüküm verir.”
  
 Âl-i İmrân 159'a dikkat edilirse şuranın gerekli olduğu ancak bir 
yaptırım gücünün bulunmadığı açıkça anlaşılır. Çünkü ayet iki kısımdan 
oluşur. Birincisinde, ilki kısmı veliy-i emr için şuranın gerekli 
olduğunu işaret eder: “İş konusunda onlarla müşavere et.” İkinci kısmında ise, veliy-i emrin karar aldıktan sonra Allah'a tevekkül ederek kararını uyguladığından söz edilir: “Bir şeye kesin karar verdiğin zaman da Allah'a güven.” 
  
 İmamet ve velayet, yaptırım gücü olmaksızın gerçekleşmez. Hâlbuki hall 
ve akd ehlinin meşveretiyle imamete ulaşan bir kimsenin itaati, bir 
delile dayanılarak başkalarına kabul ettirilemez. Kur'ân'da ve 
Resulullah'ın (s.a.a.) sünnetinde, hall ve akd ehlinin meşveretiyle veya
 ümmetin büyük çoğunluğunun bir araya gelmesiyle imam seçilen birine 
itaatin farz olduğuna dair bir delil bulunmamaktadır. Şimdiye dek hiç 
kimse Âl-i İmrân 159'un meşvereti gerekli görmekle birlikte şuranın 
yaptırım gücüne sahip olduğunu ispat edebilmiş değildir.
  
 Öyleyse, Kur'ân'ın böyle bir önem atfettiği meşveretin ne faydası 
vardır? gibi bir soru sorulabilir. Cevap şudur: Şura, veliy-i emrin 
siyasî meseleler hakkında daha fazla bilgi toplayabilmesi ve halkın 
katılımı açısından faydalı, hatta gereklidir.
  
 İcma ve şuradan sonra şimdi sıra biat meselesine geliyor. Biat, fıkıh açısından üç şekilde yorumlanmıştır:
  
 İlkin, biat, kurucu bir değere sahip değildir ve sadece veliy-i emre 
itaatin farz olduğuna dair bir tekittir. Nedeni şudur: Resul-i Ekrem, 
risâleti süresince Müslümanlardan üç defa biat aldı, fakat her üçünde de
 Müslümanların Hz. Peygamber'e itaatinin kaynağı biat değildi; itaatin 
kaynağı Allah'ın emriydi. İlk biat, Akabe'deki davet biatiydi; ikincisi,
 ağacın altındaki cihad biatiydi ve üçüncüsü, Gadir-i Hum'daki velayet 
ve vesayet biatiydi.
  
 Biat bağlamında öne sürülen ikinci nazariye şudur: Biat, imama itaatin 
sıhhat şartıdır. Şöyle ki, imam tayini ve imama itaat, her ikisi de 
Allah'ın emriyle olur, fakat itaatin sahih olmasının şartı biattir. Bu, 
namazın sıhhatinin (namazın bir şartı olarak) abdeste bağlı olmasında 
olduğu gibi, itaatin biate bağlı olduğu anlamına gelmez.
  
 Fıkıh disiplini açısından üçüncü biat nazariyesi, biatin itaatin sıhhat
 şartı değil de gerekli şartı olduğudur. Buna göre, biatten önce itaat 
farz değildir, ancak biatten sonra itaat farz olur. Bu, haccın ekonomik 
yeterliliğe sahip olan kimseye, zekâtın da malı nisap miktarına ulaşana 
farz olmasına benzer. Bu durumda eğer biat bizzat farz ise -ki öyledir- 
imama biat gerekli ve biatin gerçekleşmesinden sonra itaat de farzdır.
  
 Bu nazariyede halkın imam tayininde ve seçiminde özgür 
bırakıldıklarına, kimi isterlerse imamet ve velayet makamına 
getirebileceklerine dair bir işaret yoktur.
  
 Görüldüğü üzere biat bağlamında ortaya atılan üç nazariyenin hiçbirinde
 imam tayininde halka bir hak verilmemiştir. Netice itibariyle bu üç 
fıkhî aracın, icma, şura ve biat, hiçbiri halka imamı seçme hakkı 
tanımaz. Dolayısıyla, Allah tarafından imamı seçme yetkisinin halka 
tefviz edildiği nazariyesinin İslâm'da sahih bir delili yoktur. Halkın 
imam seçme hakkına sahip olduğunu öngören nazariyeler hakkında 
yaptığımız bu kritiğin ardından imamın ve veliy-i emrin seçimle tayin 
edileceği görüşüne inanmamız mümkün olamaz. Fıkıh ve kelam disiplinleri 
açısından bu görüşün çürütülmesinden sonra nass nazariyesini kabul 
etmekten, sadece Allah'ın nassının ve atamasının imametin ve velayetin 
delili olabileceğine inanmaktan başka çaremiz kalmaz. Biz bu görüşü üç 
esas ilkeye dayanarak açıklarız:
  
 Birincisi, yaratılışta, ulûhiyette, yönetimde, rubûbiyette ve 
mâlikiyette birlik (tevhid) ilkesidir ki Kur'ân'da bu konularda şöyle 
buyrulur:
  
 “Allah'ın dışında bir başka yaratıcı var mı?” (Fâtır, 3)
  
 “O, her şeyin yaratıcısıdır. Öyle ise O'na kulluk edin.” (Enâm, 102)
  
 “O, gökte de ilâh olandır, yerde de ilâh olandır.” (Zuhruf, 84)
  
 “De ki: Mülkün sahibi olan Allah'ım! Mülkü dilediğine verirsin;
 dilediğinden çekip alırsın; dilediğini aziz kılar, dilediğini 
alçaltırsın.” (Âl-i İmrân, 26)
  
 “Sizin Rabbiniz kim, ey Mûsâ?” dedi. Rabbimiz, her şeye ayrı bir özellik veren, sonra doğru yola eriştirendir.” (Ta-Ha, 49-50)
  
 İkincisi, hâkimiyette ve kanun koymada tevhid. Kur'ân'da şöyle buyrulur:
  
 “Hüküm yalnızca Allah'a aittir. O, hakkı anlatır. O, hakkı batıldan ayırt edenlerin en hayırlısıdır.” (Enâm, 57)
  
 Üçüncüsü, insanlık tarihinde imamın ve veliy-i emrin Allah tarafından 
tayin edilmesi. Kur'ân'da Hz. İbrahim'in (a.s.) imamet ve velayeti 
hakkında şöyle buyrulur:
  
 “Hani, İbrahim'i Rabbi bir takım kelimelerle imtihan 
etmişti de o da bunları tamamlayınca: ‘Seni insanlara imam kılacağım' 
buyurmuştu. İbrahim de: ‘Benim neslimden de demişti.' (Allah:) ‘Benim 
ahdim zalimleri kapsamaz' buyurmuştu.” (Bakara, 124)
  
 Resul-i Ekrem'in (s.a.a.) imameti ve velayeti hakkındaysa şöyle buyurur: “Nebi, müminlere kendi nefislerinden evlâdır.” (Ahzâb, 6)
  
 Kur'ân'dan çıkarılan bu temel ilke doğrultusunda nass nazariyesini 
doğru bir şekilde anlayabilir ve şunu söyleyebiliriz: Ümmetin imamını 
seçmek sadece Allah'a aittir, O'nun dışında veya O'nun izin verdiğinin 
dışında hiç kimse kesinlikle imam atama veya seçme hakkına sahip 
değildir. 
çev: İbrahim Erkin 
Bu yazı ilk defa, 28 Şubat 2017 tarihinde www.medyasafak.net sitesinde, burada yayınlanmıştır.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)
Etiketler
Şiîlik Araştırmaları Kitaplar
Hz. Ali
Hz. Hüseyin
İslam Sanatı
Şia tarihi
İslam Edebiyatı
Şiî Ulema
Ehl-i Beyt
Gadir-i Hum
hac
İslam tarihi
Şiî taklid mercileri
Kâbe
Şiîlik Araştırmaları makaleler
Hz. Ali Cenknameleri
Şiî Literatürü Hadis
Şiîlik Araştırmaları Sempozyum
Bektaşîlik
Kerbelâ
Şiîlik Araştırmaları Konferans
Hz. Muhammed
Kaçarlar
havername
Zeydîlik
İsmailîlik
Şiî Fırkalar
Şiî Literatürü Tefsir
Büveyhîler
Hz. Fatıma
Siyer
menakıbname
Şiîlik Araştırmaları Doktora Tezi
Şiîlik Araştırmaları Paneller
Fatımîler
Hz. Ali Portreleri
Kerbelâ Mersiyeleri
ravzahânî
Şiî Literatürü Kelam
Şiîlik Araştırmaları Batılı Araştırmacılar
Şiîlik Araştırmaları Dergiler
Şiîlik Araştırmaları Seminerler
Şiîlik Araştırmaları Türkiyeli Araştırmacılar
Afşarlar
Ahîlik
Hz. Hatice
İmam Ali er-Rıza
İmam Musa el-Kâzım
İmam Zeynelabidin
İslam Felsefesi
Şiî Literatürü Mesur Dualar
Şiîlik Araştırmaları Araştırma Merkezleri
Şiîlik Araştırmaları İranlı Araştırmacılar