İlmî hayatınız hakkında biraz bilgi verir misiniz?
Kütüphanecilik eğitimi aldım ve yanı sıra İslâmî ilimler tahsili gördüm. Kıssa-i Zemin (Yerkürenin Öyküsü), Tulu-i Hurşid (Güneş'in Doğuşu), Çeşmendaz-ı Zuhur (Zuhurun Tasviri), Gozareş-i Milad (Hz. Peygamber'in Doğumu Hakkında Rivayetler), Vijegiha-yi İmam-ı Mev'ud (Beklenen İmam'ın Özellikleri), Rehtuşe-i Munteziran (Bekleyenlerin Yol Azığı) yazdığım kitaplardan bazılarının başlıkları.
İlmî hayatımın çok özel bir yanı yok. Birkaç kez bölüm değiştirdikten sonra kütüphanecilik ve iletişim alanında yoğunlaştım. Gençliğimde, 1970'li yıllarda, zihnimi kurcalayan bir soru vardı: Acaba ailem vesilesiyle tanıdığım din doğru mu? Bu tür soruları kolaylıkla bir kenara bırakamıyordum; bir yandan okuldaki derslerime çalışırken bir yandan da bu soruların cevaplarını arıyordum.
Yıllar geçti ve ben dinin akıl yoluyla açıklanabileceği bir yol keşfettim. Bu süre zarfında okuduğum dinî kitaplar akıcı bir dille yazılmışlardı ve sağlam delillere dayanıyorlardı; bir anlamda diğer dinî kitaplardan farklıydılar. Yıllarca memleketimde üstatlara ulaşamamanın eksikliğini yaşadım; kitaplara ulaşmak üstatlara ulaşmaktan daha kolaydı. Bu yüzden olsa gerek bir gün imkânım olursa kendim akıcı bir dille sağlam delillere dayanan kitaplar yazarak dinin akla ve fıtrata dayanan simasını çizmeye azmettim. Böylece yıllar sonra dinî kitaplar yazmaya yöneldim. Biraz önce isimlerini andığım kitaplarıma veya yazdığım makalelere bakarsanız, onları derli toplu ve hayata aktarılabilecek bir biçimde, akla ve fıtrata hitap eden bir yöntemle yazdığımı görürsünüz. Aslında yazılarımda, benim ve başkalarının zihnini kurcalayan soruların cevaplarını aradım. Ne mutlu ki zengin Şiî kültürü yazara böyle bir imkânı kolaylıkla sağlıyor.
Kitaplarımdan bir kısmı Gadir-i Hum hakkında; mesela Gadir: Nemad-i Mihr, İlm ve Adalet (Sevgi, İlim ve Adalet Sembolü Gadir) üst başlığıyla yayımlanan seride yer alan Dersha-yi ez Hutbe-i Gadir (Gadir Hutbesinden Dersler) başlıklı kitabımı örnek verebilirim. Ayrıca, geçen yıl yayımlanan Necva Zir-i Asuman-i Gadir (Gadir Göğü Altında Yakarış) isimli kitabım Gadir ziyareti hakkında otuz dersi muhtevidir.
Bu arada benim hiçbir iddiam yok; yaptığım geniş Şiî ilim sofrasından bir lokma alıp ehline ulaştırmaktan ibaret.
Allame Eminî'nin el-Gadir kitabından söz edebilir misiniz?
Allame Eminî hakkında çok şeyler söylendi ve söyleniyor. Sefine Dergisi'nin 38'inci sayısında yayımlanan ve derginin sitesinden de ulaşılabilen “Rahname-i Pejuheş Derbare-i Allame Emini” (Allame Emini Hakkında Araştırma Kılavuzu) başlıklı makale kanaatimce bu konuda yol gösterici olacaktır. Allame Eminî'yi tanımanın bir yolu da, Necef'teki ikameti sırasında, altmış yıl önce, orada kurduğu kütüphaneyi ziyaret etmektir. Bu kütüphane modern anlamda Necef'in ilk halk kütüphanesidir. Bendeniz defalarca bu kütüphaneyi ziyaret etme imkânı buldum ve her defasında bir verim elde ettim.
Ama bu fırsatı yakalamışken birkaç hususa dikkat çekmek isterim:
1) Allame Eminî, medresede aldığı eğitimden sonra merci, müderris, hatip, cami imamı olabilir veya din adamı sınıfına mahsus başka bir vazifeyi üstlenebilirdi. Ama o, hepsini bıraktı ve Emirelmüminin Ali'ye (a.s.) hizmet etmeyi yeğleyerek tutkuyla çalıştı.
2) Gadir üzerine çalışmaya karar verince dini, hatta insaniyeti bütünüyle Gadir penceresinden izledi ve doğru da gördü. Zira Gadir, içinden yedi okyanusun kaynadığı havuzdur. Aslında insanî niteliklere dair her şeyi onda bulmak mümkündür. Bununla birlikte, el-Gadir kitabının, Allame Eminî'nin Gadir hadisesini ihya etmek için tasarladığı projenin yalnızca küçük bir parçası olduğunu hatırlatmak isterim. Bir yandan yetmiş yıllık ömür bu projeyi tamamlayabilmek için yeterli olmadı, öte yandan dönemin ilim camiası merhumun kadrini bilmedi, ihtiyaç duyduğu olanakları kendisine sağlamadı. Bunun üzerine Merhum Eminî, kişisel çabasıyla ilim ehline birtakım projeler önerdi ve gerçekleştirmelerinde onlara yardımcı oldu. Mesela, Merhum Muhammed Sadık Necmî'ye Seyrî der Sahihayn'ı (İki Sahih'te Gezinti), Merhum Esed Haydar'a el-İmam es-Sadık ve'l-Mezahibü'l-Erbaa'yı (İmam Sadık ve Dört Mezhep) yazmalarını önerdi ve onlara çalışmalarında yardımcı oldu.
3) Allame Eminî el-Gadir'i Arapça kaleme aldı ve böylece daha fazla araştırmacının kitaptan istifade etmesini sağladı. Arap edebiyatının olanaklarını da kullanmış oldu. Neticede Arap edipler, Tebrizli bir âlim tarafından Arap edebiyatının olanakları kullanılarak yazılmış ayrıcalıklı bir kitapla karşı karşıya kaldılar. Bu nedenle hâlâ kitaptan övgüyle söz edilmekte, kitap saygı görmektedir. Tabii Merhum Mirza Muhammed Ali Ordubadi gibi edebiyatçı âlimler de Allame Eminî'ye yardımcı oldu. Allah hepsinden razı olsun!
4) Allame Eminî el-Gadir kitabını yazdıktan sonra çalışmasının bittiği düşüncesine kapılmadı. Velayet hakikatini anlatmak için İran'ın muhtelif şehirlerine gitti, ilmî çalışmalar yapmak ve zengin kütüphanelerinden faydalanmak için Suriye ve Hindistan'a gitti ve oralarda birkaç ay ikamet etti, yine tedavi amacıyla yaptığı Londra yolculuğunu fırsata çevirerek orada ilmî faaliyetlerde bulundu. Bütün bu süre zarfında kitabını mükemmel hale getirmek, tekmil etmek için çabaladı. Hayatının sonlarına doğru kütüphanelerinden yararlanmak için birkaç aylığına Türkiye'ye gitti, fakat sağlığı kötüleşince iki hafta sonra dönmek zorunda kaldı.
Her halükârda, çalışmalarından razı olmamasının ve sürekli çalışmasını geliştirme peşinde koşmasının kendisi önemli bir husustur ve öğretici bir derstir. İnternette ulaşılabilen “Salşomar-ı Allame-i Eminî” (Allame Emini Kronolojisi) başlıklı makalem onun yorulmak bilmez çabalarının bir kısmını ortaya koymaktadır.
5) Allame Eminî hakkında söylediklerimiz onun eleştirilemeyeceği veya çalışmasına bir katkı yapılamayacağı anlamına gelmez; bilakis bu çalışmanın da, her ilmî çalışma gibi, ortaya çıkan ve yayımlanan yeni kaynaklar esasınca güncellenmesi gerekir. Elbette bu, bizim ilim camiasının ciddiye almadığı bir husustur.
Gadir-i Hum hadisesi niçin yazıya geçirilmedi?
“Yazılı kültür” dediğimizde bu kavramın bizim düşündüğümüz şekliyle yalnızca kitabı şamil olmadığını bilmemiz gerekir. Genel anlamda iletişim araçlarını düşünmek daha sağlıklı olur ki o dönemde en önemli ve etkili iletişim aracı şiirdi. Bu bağlamda, Gadir-i Hum hadisesini tasvir eden ve tamamı erken döneme ait olan Hz. Ali'nin şiiri, Hassan b. Sabit'in ve hatta Amr b. Âs'ın şiirleri bugünün yüzlerce kitabından daha açıklayıcıdır ve ayrıca belge hükmündedir.
Öte yandan, o dönemde, karşılıklı şiirlerin okunduğu münaşede meclisleri düzenleniyordu. Bu meclislerde şair, toplumun ileri gelenlerinden oluşan resmî bir topluluğun önünde, bazı olayları anlatıyor ve hazirunu (sözünü ettiği olayın oluş şeklini doğru şekilde anlattığına dair) şahit tutuyor, onlar da buna şahadet ediyorlardı. Bu meclislere dair rivayetler, Gadir-i Hum hadisesini ve hadisenin taşıdığı anlamı doğrulayan tarihsel belgelerin bir kısmını oluştururlar. Nitekim Allame Eminî de el-Gadir'inde bu rivayetlerden alıntılar yapmıştır.
Kitaba gelince; bizim anladığımız şekliyle kitap olarak konuyla ilgili bize ulaşan kitaplar bulunmaktadır. Mesela Süleym b. Kays'ın ilk yüzyılda telif ettiği kitabı ve İsa b. Müstefad'ın ikinci yüzyılda yazdığı el-Vasiyye kitabını bunlara örnek verebiliriz. Daha sonra dördüncü yüzyıl ve sonrasından günümüze ulaşan çok sayıda kitap bulunmaktadır.
Merhum Ayetullah Seyyid Abdülaziz Tabatabaî -Allame Eminî'nin ve Aga Buzurg Tahranî'nin talebesiydi- Gadir-i Hum hadisesinin yazılı kaynaklarına dair el-Gadir fi türasi'l-İslâmî (İslamî Kültürde Gadir) başlıklı bir bibliyografya kaleme almıştır. Bu kitap, Ensarî-i Zencanî'nin ekleriyle Farsçaya aktarılmış ve defalarca yayımlanmıştır. Ayrıca Seyyid Ahmed Hüseyinzade de farklı bir yöntem izleyerek başka bir bibliyografya hazırladı, şimdiye dek yayımlanmış olması gerekir.
Ehl-i Sünnet'in Gadir-i Hum bağlamında reddettiği şey nedir? Şayet reddiyeler söz konusu ise bunlara karşılık ne gibi deliller ileri sürülmektedir?
Ehl-i Sünnet âlimlerinin reddiyelerinde çok sayıda hata göze çarpar. Burada muhtevaya ve yönteme dair iki hatadan söz edeceğiz. Muhtevaya dair ilk hata, Sünnî âlimlerin imameti incelerken tevhidi anlamamış olmalarından kaynaklanır. Gerçekten de Kur'ân'ın ortaya koyduğu tevhidin içeriğini hakkıyla idrak edemeyen biri “Allah'ın halifesi” (halifetullah) ve “Allah'ın hücceti” (hüccetullah) kavramları hakkında konuşamaz. Hiçbir önyargıda bulunmaksızın herkesi, Ehl-i Sünnet'in Kur'ân'dan sonra en sahih kitaplar olarak kabul ettiği iki kitaptaki, Buharî ve Müslim'in Sahih'lerindeki tevhidle ilgili rivayetleri eleştirel okumaya tabi tutmaya çağırıyoruz. Sonra da bu rivayetleri el-Kâfî ve Nehcü'l-Belağa'da söz konusu edilen tevhid anlayışıyla karşılaştırıp iki tevhid anlatısından hangisinin akılla ve Kur'ân'la bağdaştığı üzerinde iyice bir düşünsünler.
Nübüvvet anlayışı da böyledir. Aslında imamet, nübüvvetin devamıdır. Nübüvveti nasıl algılarsak imameti o şekilde yorumlarız. Merhum Necmî'nin Seyrî der Sahihayn (Sahih'lerde Bir Gezinti) adlı kitabı bu konuda özgürce yapılmış bir araştırmanın ürünüdür.
Şia'ya göre tevhid ve nübüvvet şudur: Allah, kullarına benzemekten (teşbih) münezzehtir, eşi ve benzeri yoktur. Kimsenin, hatta Son Peygamber'in tasavvur ve tahayyül gücü O'nu idrak edemez. Zulümden ve insanları bilhassa çirkin fiillere zorlamaktan beridir. Öte tarafta insanın kendinden olan hiçbir şeyi yoktur; sahip olduğu her şey, kendisini kemâl sıfatlara malik kılan Allah'ın mülküdür ve Allah, bütün bu sıfatların ilk sahibidir; dolayısıyla dilediği her an onları geri alabilir, çoğaltabilir veya azaltabilir. Hiçbir durumda zulüm etmez, ya adaletiyle hükmeder ya da fazlıyla. İnsan ise özgürdür; istediğini yapabilir ve yaptıklarının hesabını başkasına değil de sadece Allah'a verecek olan da yalnızca kendisidir.
Doğal olarak, celâlet, azâmet makamından insanlığın hidayeti için gönderilen peygamber, geldiği makamın kutsiyet ve nezahetinin de taşıyıcısı ve nişanesi olacaktır. Aksi takdirde Allah'ın Elçisi'nin halifeliği ve ümmetin imameti iddiası boş ve yanlış bir iddia olur. Böyle bir imamın makamının bilinmesi ümmetin görevidir. Ümmet, Allah'ın Elçisi'nin halifesinin imamet makamını tanımasa ve O'nu imam olarak kabul etmese de, imamın makamından ve yükümlülüğünden bir iğne ucu kadar dahi olsa bir şey eksilmez. Çok kısa bir biçimde ifade etmeye çalıştığımız bu öğretiyi etraflıca açıklamak da mümkündür. Fakat genel hatlarıyla ortaya koyduğumuz şekliyle de aradaki ihtilaf anlaşılmaktadır.
Yöntemle ilgili hataya gelince; Sünnî ulemanın metodolojik hatasının temelinde, erken dönem İslâm tarihinde meydana gelmiş olayları “mutlak hakikat” olarak kabul etmesi vardır. Böyle kabul ettiklerinden, olmuş olayları teorik bir zemine oturtmaya gayret ederler. Olanı teorik bir zemine oturtma girişimi Sünnî ulemanın en büyük hatasıdır.
Biz ise şunu söylüyoruz: Erken dönem İslâm tarihinin aktörleri, diğer her insan gibi seçiminde özgürdü ve bazen hatalıydı. Bu nedenle biz, hakikati, sahih ilkeler esasınca tanımlamamız gerektiği kanaatindeyiz. Dolayısıyla da Allah vergisi aklıselime başvurup kimin hakka uygun kimin hakka aykırı davrandığını tespit etmemiz icap eder. Tarih boyunca halifelerin yönetim metotları değişmiş ve bu değişime bağlı olarak âlimler imamet ve hilafet bağlamında farklı, kimi zaman da birbiriyle çelişen teoriler geliştirmişlerdir. Allame Eminî, bu konudaki tartışmaları kitabının yedinci cildinde, “Hilafet ve Anlamları” başlığı altında ele almıştır.
Bunun bir örneği, Kurtubî'nin el-Câmi li-Ahkâmi'l-Kur'ân adlı tefsirinde açıkladığı Bakara suresi 30'uncu ayetinin yorumunda karşımıza çıkar. Onun sarahatle ortaya koyduğu üzere nasıl bir geçmişe sahip olursa olsun, zulüm de dahil hangi yola başvurmuş olursa olsun herkes Allah'ın halifesi ve Resul'ün halifesi olabilir. Kurtubî, Allah vergisi olduğunu söylediği bu türden hilafetin muhtelif şekillerini uzun uzadıya ele alır, elbette bunların incelenmesi ve eleştirilmesi gerekir. Bu görüş, Şeyh Sadûk'un Kemalü'd-Din kitabının başında aynı ayetten yola çıkarak tafsilatlı bir biçimde ortaya koyduğu Şiî imamet teorisiyle karşılaştırılmalıdır. Kaynakları belirttim ve bunlara herkesin ulaşması mümkündür. Ayrıca aklıselim en iyi ölçüdür.
Eğer ümmet tarafından İmam Ali'nin (a.s.) gerçek konumu kabul edilmiş olsaydı, tefrikadan sakınmak açısından ümmetin durumu nice olurdu? Bu sorunun cevabı aynı mazmunda biri Hz. Fatıma'dan (a.s.), diğeri İmam Bâkır'dan (a.s.) nakledilen farklı hadiste verilmiştir: “Hak, hak sahibine verilmiş olsaydı Allah hakkında ihtilaf eden iki kişi bulamazdın!” İki hadis de oldukça güvenilir bir kaynak olan Kifâyetü'l-Eser'de geçer. Hz. Peygamber, kalıcı Gadir hutbesinde Kur'ân tefsirinin Hz. Ali'nin ve Masum İmamlar'ın şanı olduğunu, bunun onlara yaraşacağını bildirmiştir. Şimdi iyice düşünün: Bu hakkı Ehl-i Beyt'ten alıp onların muhaliflerine verenlerin veya Ehl-i Beyt'i ötekileştirenlerin öğretisinden tarih boyunca IŞİD ve benzeri cani güruhlardan başka ne çıktı ortaya?
Söylediklerimin tam olarak anlaşılması için bir de şöyle anlatayım: Bazen bir kolunun veya bacağının insanın bedeninden ayrılması, kesilmesi gerekir. Böyle bir insan elsiz ve bacaksız olarak hayatına devam eder ama doğal olarak birtakım zorluklara da katlanması gerekir. Peki insanın ruhu bedeninden ayrılırsa geriye ne kalır? Bizim, imametin, din bedeninin bir uzvu değil de ruhu olduğu gerçeğini kabul etmekten başka çaremiz bulunmamaktadır. Şia'nın büyük fakihi Şeyh Müfid, “Namaz dinin direğidir” hadisini ele alırken “Elbette Allah'ı, Resulü'nü ve Masum İmamları hakkıyla tanıdıktan sonra namaz dinin direğidir” diye yazar. Söylemek istediği açıktır: Namaz dinin furuâtındandır, yani din ağacının bir dalıdır. Ama tanımak, marifet kesp etmek usuldendir, yani din ağacının köküdür. Dal, yaprakları ve taşıdığı meyvelerle göze güzel görünebilir, lakin sağlam ve sağlıklı kökü olmazsa ağaçtan geriye ne kalır ki?
Şia ne der? Şia, aklı, peygamberlerle ve imamlarla birlikte Allah'ın hücceti, Allah tarafından insana bahşedilmiş bir delil kabul eder. Bu noktada Allah'ın muhkem ayetine dayanır: “O, akıllarını kullanmayanları kirli (inkârcı) kılar.” (Yunus, 100) Şia'nın el-Kâfî, Vâfî, Bihârü'l-Envâr gibi muteber hadis derlemelerinde önemli konular öne alınır ve hepsi “Akıl ve Cehalet Kitabı” babıyla başlar; “İlmin Fazileti” ve “Tevhid” bablarıyla da devam eder. Bu tertibin, konuların bu sıraya göre ele alınması aynı zamanda bir mesaj taşır, biz henüz bu mesajın önemini kavrayabilmiş değiliz.
Şia'nın aslı esası marifettir, tanımadır. Müminlerin Emiri Ali (a.s.) Kumeyl'e yaptığı vasiyetinde “Ey Kumeyl! Tanımaya, bilgiye ihtiyaç duyulmayan hiçbir hareket yoktur” buyurur. Tevhidi, nübüvveti ve imameti de marifet esasınca kabul etmemiz gerekir; aksi takdirde semeresi olmaz veya az olur, bazen de hüsrana götürür.
Şia, Kur'ân'ı ölçü alır; Kur'ân'ı takip ettiklerini iddia edenleri değil. Dini de peygamberden öğrenir, başkalarından değil. Dolayısıyla Gadir-i Hum, Kur'ân'ın beyanıdır. Hz. Peygamber, Gadir hutbesinde, yaklaşık olarak yetmiş Kur'ân ayetini açıklamıştır ve bu ayetleri tanık tutmuştur. Sünnî muhaddisler imamete dair bu açık mesajı görmemek için inat ettiklerinden detaylı ve açıklayıcı Gadir hutbesinden mahrum kalır, sadece birkaç cümlesine işaret etmekle yetinir, bu birkaç cümleyi de arzularınca yorumlarlar. Onlar böyle yaparak kiminle inatlaştıklarını sanırlar? Kendilerini ilim kaynağından mahrum bırakmaktan başka ne yaparlar? İbn Sad, İmam Zeynelabidin'den (a.s.) çok sayıda hadis ulaştığını ancak çok azını naklettiğini yazar. Bunun neticesi nedir? Başta aklî ve ahlakî konularda olmak üzere sadece kaynakları fakirleşmiştir!
Ladinî bir bakışla, yani İslâm'ın semavî bir din olduğunu ve Kur'ân'ın vahiyden kaynaklandığını kabul etmeyen, gelişmeleri sadece bir sosyal olgular zinciri olarak değerlendiren birisinin bakış açısıyla durumu değerlendirmek isteyen birinin İslâm'ın devamlılığını yorumlayabilmesinin en iyi yolu, bu dinin peygamberinin mesajına, üstelik ciddi bir kalabalık önünde yapılan ve sonrasında kadın ( o günün koşullarından kadınlardan biat alınması onlara statü kazandırmak açısından önemli bir gelişmeydi) erkek dinleyen herkesten biat alınan son önemli konuşmaya başvurmaktır.
Biat merasiminin tamamlanması için üç gün boyunca her türlü imkândan yoksun o sıcak çölde kalınması ve aralıklarla tekrar eden “Ey insanlar!” hitabıyla dikkatlerin celp edilmesi, bütün bunlar verilen mesajın önemini gösterir. Ayrıca, “Ey insanlar!” hitabı, kıyamete değin bütün zamanlarda ve bütün mekânlarda insanlığın tamamının muhatap alındığını gösterir. Dindar bir toplumda birisi kendisini bu mesajdan mahrum bırakırsa ne olur? Kur'ân bunun cevabını veriyor: “Kendileri de bunların hak olduklarını kesin olarak bildikleri hâlde, sırf zalimliklerinden ve büyüklük taslamalarından ötürü onları inkâr ettiler.” (Neml, 14)
Şu halde Gadir'in mesajını anlamalı, ona boyun eğmeli ve hayatın her alanında bu mesajı amelî kılmalıyız.
Gadir-i Hum hadisesiyle Şia'nın dinamizmi arasında nasıl bir irtibat vardır?
Şia, etkin, canlı bir hakikattir, dinamiktir. Mesele, bizim hayat tarzımızın dinamik hakikat karşısında nasıl olduğudur. Az önce Şia'nın akla ve fıtrata dayanan bir öğreti olduğunu söylemiştim; bu hakikat insaflı biri tarafından içselleştirilebilir. Mesele, bizim vazifemizi nasıl yerine getirdiğimizdir. Biz vazifemizi doğru bir biçimde yerine getirmeliyiz. Hoş olmayan davranışlarla ve yersiz yorumlarla vazifemizi bulandırmamalı, temsilcisi olduğumuz hakikati yanlış aksettirmemeli ve amelde bir tahrife yol açmamalıyız.
Yersiz yorumlara teorik ve pratik açıdan örnekler vermem icap ederse şunları söyleyebilirim:
Allah Resulü'nün farklı şekillerde kalıcılığını ve evrenselliğini altını çizerek açıkladığı hakikati biz muhtelif şekillerde sınırladık. Hakikati sadece Gadir-i Hum hadisesini andığımız günlerde, sempozyum gibi araştırmacıların katılımıyla düzenlenen programlarla değil de çoğunluğunu duygulara hitap eden, şiir okuma meclisleri gibi merasimlerin oluşturduğu etkinliklerde anlatır olduk. Böyle bir sınırlandırma Gadir-i Hum hadisesinin azametine gölge düşürmektedir, bu bir zulümdür.
Hz. Peygamber, Gadir-i Hum'un mesajını iblağ etmeyi iyiliği emir, kötülükten sakındırmanın en başında görüyor; bizse iyiliği emredip kötülükten sakındırmayı birkaç fıkhi hükme uymakla sınırladık.
Hz. Peygamber, Gadir-i Hum'un mesajını anlatmayı ana babaların, mürebbilerin, öğretmenlerin görevi olarak görüyor; bunlar nesilden nesile kıyamete kadar hakikat mesajını aktarmalıdır, anlatmalıdır. Bu, Gadir-i Hum mesajının İslâmî eğitim ve öğretim sisteminde önemli bir yere sahip olması gerektiği anlamına gelir. Oysa mevcut durum ortadadır.
Demem o ki, dinî hakikatlerin “tüketimi”, bu hakikatlerden geniş bir sahada faydalanmanın önünü almaktadır. Tüketim, “tekrarcı olma” kaygısını beraberinde getirir. Fakat hepimizin birbirimize hatırlatması gereken şöyle önemli bir husus var: Bazı olaylar ve davranışlar tekrarcıdır, mesela ayı ve güneşi her gün görürüz, her gün yemek yer, su içeriz. Bütün bunlar tekrardır, onları her zaman “yeni” gösteren şeyse, onlara duyduğumuz ihtiyaçtır. Ne ihtiyaçlarımız eskir, ne de ihtiyaç duyduklarımız. Hz. Peygamber'in kabul edeceği, beğeneceği eğitim sistemi de “insanlarda daima sahip olduğu bütün genişliğiyle Gadir-i Hum mesajına ihtiyaç uyandırmak”, böylece insanları kendiliğinden bu mesajı öğrenmeye teşvik etmektir. Bu, ciddi bir programlama ister; aksi takdirde, özellikle de dinin şah damarını hedef almış düşmanın olduğu bir dönemde tembellik ve gevşeklikle bir neticeye ulaşılamaz.
Yapmamız gereken, söz ve amel yoluyla herkese Gadir'e yaraşır bir hayat tarzını benimsetmektir. Sözü uzatmamak için bir örnek vereceğim. Muhammed b. Ebi Umeyr, kendisi İmam Cafer Sadık'ın (a.s.) önde gelen dostlarındandı, ticaretle geçinir ve aynı zamanda İmam'ın hadislerini ve öğretisini yayardı. Dönemin idarecilerince hapse atıldı, dört yıl hapiste kaldı. Dönemin, hicrî ikinci yüzyılın koşullarında hapse atılmanın ne büyük bir ekonomik darbe olduğunu ve onun hayatını nasıl etkilediğini zihninizde canlandırın. Salıverildikten sonra bir Şiî onu ziyarete gider ve ona kendisine borçlu olduğunu söyleyerek on bin dirhem verir. İbn Ebi Umeyr bu parayı nereden bulduğunu sorar. “Ticaretten mi kazandın yoksa sana miras mı kaldı?” diye sorar. Adam, hiçbiri, der, sana olan borcumu ödeyebilmek için evimi sattım. İbn Ebi Umeyr o parayı almayacağına dair and içer; oysa bir dirheme bile muhtaç haldedir. Ama o, İmam Cafer Sadık'ın kimse borcunu ödemek için evini satmasın, dediğini duymuştur. Evini geri alması için on bir dirhemi adama verir.
Bu Gadirce yaşamaya dair somut pratik bir örnektir. Toplumumuz bu nurani hakikatlere amelde ne kadar bağlı kalmıştır? Şia'nın dinamizmi ve Gadir'in yaşaması böyle davranışların, öğretiyle amel etmenin yaygınlaşmasına bağlıdır.
Gadir Hum'a dair ne gibi çalışmalar yapılmıştır? Bu alanda çalışmak isteyen araştırmacılara tavsiyeleriniz nelerdir?
Günümüzde Kur'ân'ın öğrettiğinin aksine ilim ve amel birbirinden ayrılmış, bağımsızlaşmıştır. Bu bağlamda Gadir-i Hum'la ilgili çalışmalar da ilmî çalışmalarla sınırlı kalmış, bu çalışmalarda da Hz. Ali'nin hilafetinin hakkaniyetinin ispatlanması ve “farklı düşünenlerle” tartışma hedeflenmiştir. Hz. Ali'nin imametinin farklı boyutları ile imametin amelde neleri gerektirdiği üzerinde durulmamıştır.
İlmî çalışmalar mutlaka gereklidir, ama asla yeterli değildir. Bizim “Ali'nin toplumunu” kurmamız lazım. Çünkü biz Âşurâ Ziyareti'nde geçtiği şekliyle Allah'tan “Hayatımızı Muhammed ve Âl-i Muhammed'in hayatı gibi, ölümümüzü Muhammed ve Âl-i Muhammed'in ölümü gibi” yapmasını isteriz. Şiddetle ihtiyaç duyduğumuz şey, bireysel ve toplumsal olarak inançta ve ahlakta İmam Ali'nin inanç ve ahlakını benimsemektir, onun gibi yaşamaktır. Bu amaca ulaşmak şunları gerektirir:
a) Gadir-i Hum'u, yani dini, akla, fıtrata ve önceliklere riayet ederek ihtiyaçlara cevap verecek şekilde, doğru ve kapsamlı bir biçimde tanımak lazımdır.
b) Gadir-i Hum'un tevhidin ve kulluğun gerçekleşme aracı olduğunu bilmek ve buna inanmak. Gadir-imamet-tevhid ilişkisini çok iyi bilmemiz gerekir.
c) Amelin dindarlığın ayrılmaz parçası olduğunu bilerek ciddiye almamız gerekir.
d) Bu sayılanların bize kazandıracağı bakış açısından sonra doğal olarak Gadir-i Hum tüketim nesnesi olmaktan çıkacak ve tükenmek bilmez toplumsal bir sermayeye dönüşecektir. Müminlere hitaben söylenen şu ilahî mesaj daima kulaklarımızda yankılanmalıdır: “Ey iman edenler, iman edin!” (Nisa, 136) Çünkü iman etmek, devam eden bir süreçtir.
Bunlara ilaveten erken dönem kaynaklarındaki Gadir-i Hum rivayetleri ile Masum İmamlar'ın bu konudaki hadislerini bilmek bir zarurettir. Mesela İmam Hadi'den (a.s.) rivayet olunan Gadiriye Ziyareti, nispeten kısa olsa da İmam Ali'nin yaşam tarzını öğreten en güvenilir kaynaktır. Muhaddis Şeyh Abbas Kummî'nin Mefâtihü'l-Cinân'da naklettiği bu ziyaret, genç neslin birçok sorusuna da cevap verebilecek niteliktedir.
Gadir-i Hum ile Mehdilik inancı arasında nasıl bir irtibat vardır?
Gadir-i Hum hadisesi Hz. Peygamber'in vefatından yetmiş gün önce meydana geldi. Bununla birlikte, Gadir hutbesinin mesajlarından biri ümmetin geleceği ve Beklenen Mehdi'nin özellikleriyle zuhur asrının tasviridir. Mübarek hayatının son günlerinde ve peygambersiz kalacağı günlerin başlangıcında ümmetin kaderinin, geleceğinin açıklanması, meselenin önemini gösterir. İmam Mehdi'nin (a.s.) doğumundan yaklaşık iki buçuk asır önce Hz. Peygamber Beklenen İmam'ın özelliklerini açıklıyor ve ümmetini O'nu beklemeye çağırıyor. Bu dönem halkının, 12. İmam'ın imamet döneminde yaşayan ve O'nun tabileri sayılan insanların bekleyiş bağlamındaki vazifesi ne de ağırdır!
Bugün için Gadir'e bağlı kalmak zuhuru beklemektir; aksi halde Vakıfe'nin başına gelen bizim de başımıza gelir. Vakıfe, İmam Musa Kazım'ın (a.s.) şehadetinden sonra O'nun şehid olduğu gerçeğini kabul etmeyen, O'nu son imam kabul edip zamanın imamının, yani İmam Ali Rıza'nın (a.s.) imametini kabul etmeyenlerdir. Hadislerde onlar hakkında “şaşkın, zındık” gibi tabirler kullanılmıştır.
Bu konuda söylenecek söz, İmam Cafer Sadık'ın (a.s.) vefakâr sahabîsi Eban b. Tağlib'in imam hayattayken söylediği şu sözdür: “Şia, Hz. Peygamber'den sonra ihtilaflı konularda Ali'ye, Ali'den sonra İmam Sadık'a başvuranlardır.”
Onlarca ayete, sahih hadise ve aklıselime dayanan bu söz bizim ödevimizi de açıklamaktadır. Tabii biz inkârdan söz etmiyoruz burada, gaflet hiçbir zaman inkâr anlamına gelmemekle birlikte Allah'ın hüccetinden gaflet etmek büyük günahtır. Gaflet devamlılık kazanırsa inkârla sonuçlanabilir.
çev: İbrahim Erkin
Bu yazı ilk defa 23 Ocak 2017 tarihinde www.medyasafak.net sitesinde, burada yayınlanmıştır.
Kütüphanecilik eğitimi aldım ve yanı sıra İslâmî ilimler tahsili gördüm. Kıssa-i Zemin (Yerkürenin Öyküsü), Tulu-i Hurşid (Güneş'in Doğuşu), Çeşmendaz-ı Zuhur (Zuhurun Tasviri), Gozareş-i Milad (Hz. Peygamber'in Doğumu Hakkında Rivayetler), Vijegiha-yi İmam-ı Mev'ud (Beklenen İmam'ın Özellikleri), Rehtuşe-i Munteziran (Bekleyenlerin Yol Azığı) yazdığım kitaplardan bazılarının başlıkları.
İlmî hayatımın çok özel bir yanı yok. Birkaç kez bölüm değiştirdikten sonra kütüphanecilik ve iletişim alanında yoğunlaştım. Gençliğimde, 1970'li yıllarda, zihnimi kurcalayan bir soru vardı: Acaba ailem vesilesiyle tanıdığım din doğru mu? Bu tür soruları kolaylıkla bir kenara bırakamıyordum; bir yandan okuldaki derslerime çalışırken bir yandan da bu soruların cevaplarını arıyordum.
Yıllar geçti ve ben dinin akıl yoluyla açıklanabileceği bir yol keşfettim. Bu süre zarfında okuduğum dinî kitaplar akıcı bir dille yazılmışlardı ve sağlam delillere dayanıyorlardı; bir anlamda diğer dinî kitaplardan farklıydılar. Yıllarca memleketimde üstatlara ulaşamamanın eksikliğini yaşadım; kitaplara ulaşmak üstatlara ulaşmaktan daha kolaydı. Bu yüzden olsa gerek bir gün imkânım olursa kendim akıcı bir dille sağlam delillere dayanan kitaplar yazarak dinin akla ve fıtrata dayanan simasını çizmeye azmettim. Böylece yıllar sonra dinî kitaplar yazmaya yöneldim. Biraz önce isimlerini andığım kitaplarıma veya yazdığım makalelere bakarsanız, onları derli toplu ve hayata aktarılabilecek bir biçimde, akla ve fıtrata hitap eden bir yöntemle yazdığımı görürsünüz. Aslında yazılarımda, benim ve başkalarının zihnini kurcalayan soruların cevaplarını aradım. Ne mutlu ki zengin Şiî kültürü yazara böyle bir imkânı kolaylıkla sağlıyor.
Kitaplarımdan bir kısmı Gadir-i Hum hakkında; mesela Gadir: Nemad-i Mihr, İlm ve Adalet (Sevgi, İlim ve Adalet Sembolü Gadir) üst başlığıyla yayımlanan seride yer alan Dersha-yi ez Hutbe-i Gadir (Gadir Hutbesinden Dersler) başlıklı kitabımı örnek verebilirim. Ayrıca, geçen yıl yayımlanan Necva Zir-i Asuman-i Gadir (Gadir Göğü Altında Yakarış) isimli kitabım Gadir ziyareti hakkında otuz dersi muhtevidir.
Bu arada benim hiçbir iddiam yok; yaptığım geniş Şiî ilim sofrasından bir lokma alıp ehline ulaştırmaktan ibaret.
Allame Eminî'nin el-Gadir kitabından söz edebilir misiniz?
Allame Eminî hakkında çok şeyler söylendi ve söyleniyor. Sefine Dergisi'nin 38'inci sayısında yayımlanan ve derginin sitesinden de ulaşılabilen “Rahname-i Pejuheş Derbare-i Allame Emini” (Allame Emini Hakkında Araştırma Kılavuzu) başlıklı makale kanaatimce bu konuda yol gösterici olacaktır. Allame Eminî'yi tanımanın bir yolu da, Necef'teki ikameti sırasında, altmış yıl önce, orada kurduğu kütüphaneyi ziyaret etmektir. Bu kütüphane modern anlamda Necef'in ilk halk kütüphanesidir. Bendeniz defalarca bu kütüphaneyi ziyaret etme imkânı buldum ve her defasında bir verim elde ettim.
Ama bu fırsatı yakalamışken birkaç hususa dikkat çekmek isterim:
1) Allame Eminî, medresede aldığı eğitimden sonra merci, müderris, hatip, cami imamı olabilir veya din adamı sınıfına mahsus başka bir vazifeyi üstlenebilirdi. Ama o, hepsini bıraktı ve Emirelmüminin Ali'ye (a.s.) hizmet etmeyi yeğleyerek tutkuyla çalıştı.
2) Gadir üzerine çalışmaya karar verince dini, hatta insaniyeti bütünüyle Gadir penceresinden izledi ve doğru da gördü. Zira Gadir, içinden yedi okyanusun kaynadığı havuzdur. Aslında insanî niteliklere dair her şeyi onda bulmak mümkündür. Bununla birlikte, el-Gadir kitabının, Allame Eminî'nin Gadir hadisesini ihya etmek için tasarladığı projenin yalnızca küçük bir parçası olduğunu hatırlatmak isterim. Bir yandan yetmiş yıllık ömür bu projeyi tamamlayabilmek için yeterli olmadı, öte yandan dönemin ilim camiası merhumun kadrini bilmedi, ihtiyaç duyduğu olanakları kendisine sağlamadı. Bunun üzerine Merhum Eminî, kişisel çabasıyla ilim ehline birtakım projeler önerdi ve gerçekleştirmelerinde onlara yardımcı oldu. Mesela, Merhum Muhammed Sadık Necmî'ye Seyrî der Sahihayn'ı (İki Sahih'te Gezinti), Merhum Esed Haydar'a el-İmam es-Sadık ve'l-Mezahibü'l-Erbaa'yı (İmam Sadık ve Dört Mezhep) yazmalarını önerdi ve onlara çalışmalarında yardımcı oldu.
3) Allame Eminî el-Gadir'i Arapça kaleme aldı ve böylece daha fazla araştırmacının kitaptan istifade etmesini sağladı. Arap edebiyatının olanaklarını da kullanmış oldu. Neticede Arap edipler, Tebrizli bir âlim tarafından Arap edebiyatının olanakları kullanılarak yazılmış ayrıcalıklı bir kitapla karşı karşıya kaldılar. Bu nedenle hâlâ kitaptan övgüyle söz edilmekte, kitap saygı görmektedir. Tabii Merhum Mirza Muhammed Ali Ordubadi gibi edebiyatçı âlimler de Allame Eminî'ye yardımcı oldu. Allah hepsinden razı olsun!
4) Allame Eminî el-Gadir kitabını yazdıktan sonra çalışmasının bittiği düşüncesine kapılmadı. Velayet hakikatini anlatmak için İran'ın muhtelif şehirlerine gitti, ilmî çalışmalar yapmak ve zengin kütüphanelerinden faydalanmak için Suriye ve Hindistan'a gitti ve oralarda birkaç ay ikamet etti, yine tedavi amacıyla yaptığı Londra yolculuğunu fırsata çevirerek orada ilmî faaliyetlerde bulundu. Bütün bu süre zarfında kitabını mükemmel hale getirmek, tekmil etmek için çabaladı. Hayatının sonlarına doğru kütüphanelerinden yararlanmak için birkaç aylığına Türkiye'ye gitti, fakat sağlığı kötüleşince iki hafta sonra dönmek zorunda kaldı.
Her halükârda, çalışmalarından razı olmamasının ve sürekli çalışmasını geliştirme peşinde koşmasının kendisi önemli bir husustur ve öğretici bir derstir. İnternette ulaşılabilen “Salşomar-ı Allame-i Eminî” (Allame Emini Kronolojisi) başlıklı makalem onun yorulmak bilmez çabalarının bir kısmını ortaya koymaktadır.
5) Allame Eminî hakkında söylediklerimiz onun eleştirilemeyeceği veya çalışmasına bir katkı yapılamayacağı anlamına gelmez; bilakis bu çalışmanın da, her ilmî çalışma gibi, ortaya çıkan ve yayımlanan yeni kaynaklar esasınca güncellenmesi gerekir. Elbette bu, bizim ilim camiasının ciddiye almadığı bir husustur.
Gadir-i Hum hadisesi niçin yazıya geçirilmedi?
“Yazılı kültür” dediğimizde bu kavramın bizim düşündüğümüz şekliyle yalnızca kitabı şamil olmadığını bilmemiz gerekir. Genel anlamda iletişim araçlarını düşünmek daha sağlıklı olur ki o dönemde en önemli ve etkili iletişim aracı şiirdi. Bu bağlamda, Gadir-i Hum hadisesini tasvir eden ve tamamı erken döneme ait olan Hz. Ali'nin şiiri, Hassan b. Sabit'in ve hatta Amr b. Âs'ın şiirleri bugünün yüzlerce kitabından daha açıklayıcıdır ve ayrıca belge hükmündedir.
Öte yandan, o dönemde, karşılıklı şiirlerin okunduğu münaşede meclisleri düzenleniyordu. Bu meclislerde şair, toplumun ileri gelenlerinden oluşan resmî bir topluluğun önünde, bazı olayları anlatıyor ve hazirunu (sözünü ettiği olayın oluş şeklini doğru şekilde anlattığına dair) şahit tutuyor, onlar da buna şahadet ediyorlardı. Bu meclislere dair rivayetler, Gadir-i Hum hadisesini ve hadisenin taşıdığı anlamı doğrulayan tarihsel belgelerin bir kısmını oluştururlar. Nitekim Allame Eminî de el-Gadir'inde bu rivayetlerden alıntılar yapmıştır.
Kitaba gelince; bizim anladığımız şekliyle kitap olarak konuyla ilgili bize ulaşan kitaplar bulunmaktadır. Mesela Süleym b. Kays'ın ilk yüzyılda telif ettiği kitabı ve İsa b. Müstefad'ın ikinci yüzyılda yazdığı el-Vasiyye kitabını bunlara örnek verebiliriz. Daha sonra dördüncü yüzyıl ve sonrasından günümüze ulaşan çok sayıda kitap bulunmaktadır.
Merhum Ayetullah Seyyid Abdülaziz Tabatabaî -Allame Eminî'nin ve Aga Buzurg Tahranî'nin talebesiydi- Gadir-i Hum hadisesinin yazılı kaynaklarına dair el-Gadir fi türasi'l-İslâmî (İslamî Kültürde Gadir) başlıklı bir bibliyografya kaleme almıştır. Bu kitap, Ensarî-i Zencanî'nin ekleriyle Farsçaya aktarılmış ve defalarca yayımlanmıştır. Ayrıca Seyyid Ahmed Hüseyinzade de farklı bir yöntem izleyerek başka bir bibliyografya hazırladı, şimdiye dek yayımlanmış olması gerekir.
Ehl-i Sünnet'in Gadir-i Hum bağlamında reddettiği şey nedir? Şayet reddiyeler söz konusu ise bunlara karşılık ne gibi deliller ileri sürülmektedir?
Ehl-i Sünnet âlimlerinin reddiyelerinde çok sayıda hata göze çarpar. Burada muhtevaya ve yönteme dair iki hatadan söz edeceğiz. Muhtevaya dair ilk hata, Sünnî âlimlerin imameti incelerken tevhidi anlamamış olmalarından kaynaklanır. Gerçekten de Kur'ân'ın ortaya koyduğu tevhidin içeriğini hakkıyla idrak edemeyen biri “Allah'ın halifesi” (halifetullah) ve “Allah'ın hücceti” (hüccetullah) kavramları hakkında konuşamaz. Hiçbir önyargıda bulunmaksızın herkesi, Ehl-i Sünnet'in Kur'ân'dan sonra en sahih kitaplar olarak kabul ettiği iki kitaptaki, Buharî ve Müslim'in Sahih'lerindeki tevhidle ilgili rivayetleri eleştirel okumaya tabi tutmaya çağırıyoruz. Sonra da bu rivayetleri el-Kâfî ve Nehcü'l-Belağa'da söz konusu edilen tevhid anlayışıyla karşılaştırıp iki tevhid anlatısından hangisinin akılla ve Kur'ân'la bağdaştığı üzerinde iyice bir düşünsünler.
Nübüvvet anlayışı da böyledir. Aslında imamet, nübüvvetin devamıdır. Nübüvveti nasıl algılarsak imameti o şekilde yorumlarız. Merhum Necmî'nin Seyrî der Sahihayn (Sahih'lerde Bir Gezinti) adlı kitabı bu konuda özgürce yapılmış bir araştırmanın ürünüdür.
Şia'ya göre tevhid ve nübüvvet şudur: Allah, kullarına benzemekten (teşbih) münezzehtir, eşi ve benzeri yoktur. Kimsenin, hatta Son Peygamber'in tasavvur ve tahayyül gücü O'nu idrak edemez. Zulümden ve insanları bilhassa çirkin fiillere zorlamaktan beridir. Öte tarafta insanın kendinden olan hiçbir şeyi yoktur; sahip olduğu her şey, kendisini kemâl sıfatlara malik kılan Allah'ın mülküdür ve Allah, bütün bu sıfatların ilk sahibidir; dolayısıyla dilediği her an onları geri alabilir, çoğaltabilir veya azaltabilir. Hiçbir durumda zulüm etmez, ya adaletiyle hükmeder ya da fazlıyla. İnsan ise özgürdür; istediğini yapabilir ve yaptıklarının hesabını başkasına değil de sadece Allah'a verecek olan da yalnızca kendisidir.
Doğal olarak, celâlet, azâmet makamından insanlığın hidayeti için gönderilen peygamber, geldiği makamın kutsiyet ve nezahetinin de taşıyıcısı ve nişanesi olacaktır. Aksi takdirde Allah'ın Elçisi'nin halifeliği ve ümmetin imameti iddiası boş ve yanlış bir iddia olur. Böyle bir imamın makamının bilinmesi ümmetin görevidir. Ümmet, Allah'ın Elçisi'nin halifesinin imamet makamını tanımasa ve O'nu imam olarak kabul etmese de, imamın makamından ve yükümlülüğünden bir iğne ucu kadar dahi olsa bir şey eksilmez. Çok kısa bir biçimde ifade etmeye çalıştığımız bu öğretiyi etraflıca açıklamak da mümkündür. Fakat genel hatlarıyla ortaya koyduğumuz şekliyle de aradaki ihtilaf anlaşılmaktadır.
Yöntemle ilgili hataya gelince; Sünnî ulemanın metodolojik hatasının temelinde, erken dönem İslâm tarihinde meydana gelmiş olayları “mutlak hakikat” olarak kabul etmesi vardır. Böyle kabul ettiklerinden, olmuş olayları teorik bir zemine oturtmaya gayret ederler. Olanı teorik bir zemine oturtma girişimi Sünnî ulemanın en büyük hatasıdır.
Biz ise şunu söylüyoruz: Erken dönem İslâm tarihinin aktörleri, diğer her insan gibi seçiminde özgürdü ve bazen hatalıydı. Bu nedenle biz, hakikati, sahih ilkeler esasınca tanımlamamız gerektiği kanaatindeyiz. Dolayısıyla da Allah vergisi aklıselime başvurup kimin hakka uygun kimin hakka aykırı davrandığını tespit etmemiz icap eder. Tarih boyunca halifelerin yönetim metotları değişmiş ve bu değişime bağlı olarak âlimler imamet ve hilafet bağlamında farklı, kimi zaman da birbiriyle çelişen teoriler geliştirmişlerdir. Allame Eminî, bu konudaki tartışmaları kitabının yedinci cildinde, “Hilafet ve Anlamları” başlığı altında ele almıştır.
Bunun bir örneği, Kurtubî'nin el-Câmi li-Ahkâmi'l-Kur'ân adlı tefsirinde açıkladığı Bakara suresi 30'uncu ayetinin yorumunda karşımıza çıkar. Onun sarahatle ortaya koyduğu üzere nasıl bir geçmişe sahip olursa olsun, zulüm de dahil hangi yola başvurmuş olursa olsun herkes Allah'ın halifesi ve Resul'ün halifesi olabilir. Kurtubî, Allah vergisi olduğunu söylediği bu türden hilafetin muhtelif şekillerini uzun uzadıya ele alır, elbette bunların incelenmesi ve eleştirilmesi gerekir. Bu görüş, Şeyh Sadûk'un Kemalü'd-Din kitabının başında aynı ayetten yola çıkarak tafsilatlı bir biçimde ortaya koyduğu Şiî imamet teorisiyle karşılaştırılmalıdır. Kaynakları belirttim ve bunlara herkesin ulaşması mümkündür. Ayrıca aklıselim en iyi ölçüdür.
Eğer ümmet tarafından İmam Ali'nin (a.s.) gerçek konumu kabul edilmiş olsaydı, tefrikadan sakınmak açısından ümmetin durumu nice olurdu? Bu sorunun cevabı aynı mazmunda biri Hz. Fatıma'dan (a.s.), diğeri İmam Bâkır'dan (a.s.) nakledilen farklı hadiste verilmiştir: “Hak, hak sahibine verilmiş olsaydı Allah hakkında ihtilaf eden iki kişi bulamazdın!” İki hadis de oldukça güvenilir bir kaynak olan Kifâyetü'l-Eser'de geçer. Hz. Peygamber, kalıcı Gadir hutbesinde Kur'ân tefsirinin Hz. Ali'nin ve Masum İmamlar'ın şanı olduğunu, bunun onlara yaraşacağını bildirmiştir. Şimdi iyice düşünün: Bu hakkı Ehl-i Beyt'ten alıp onların muhaliflerine verenlerin veya Ehl-i Beyt'i ötekileştirenlerin öğretisinden tarih boyunca IŞİD ve benzeri cani güruhlardan başka ne çıktı ortaya?
Söylediklerimin tam olarak anlaşılması için bir de şöyle anlatayım: Bazen bir kolunun veya bacağının insanın bedeninden ayrılması, kesilmesi gerekir. Böyle bir insan elsiz ve bacaksız olarak hayatına devam eder ama doğal olarak birtakım zorluklara da katlanması gerekir. Peki insanın ruhu bedeninden ayrılırsa geriye ne kalır? Bizim, imametin, din bedeninin bir uzvu değil de ruhu olduğu gerçeğini kabul etmekten başka çaremiz bulunmamaktadır. Şia'nın büyük fakihi Şeyh Müfid, “Namaz dinin direğidir” hadisini ele alırken “Elbette Allah'ı, Resulü'nü ve Masum İmamları hakkıyla tanıdıktan sonra namaz dinin direğidir” diye yazar. Söylemek istediği açıktır: Namaz dinin furuâtındandır, yani din ağacının bir dalıdır. Ama tanımak, marifet kesp etmek usuldendir, yani din ağacının köküdür. Dal, yaprakları ve taşıdığı meyvelerle göze güzel görünebilir, lakin sağlam ve sağlıklı kökü olmazsa ağaçtan geriye ne kalır ki?
Şia ne der? Şia, aklı, peygamberlerle ve imamlarla birlikte Allah'ın hücceti, Allah tarafından insana bahşedilmiş bir delil kabul eder. Bu noktada Allah'ın muhkem ayetine dayanır: “O, akıllarını kullanmayanları kirli (inkârcı) kılar.” (Yunus, 100) Şia'nın el-Kâfî, Vâfî, Bihârü'l-Envâr gibi muteber hadis derlemelerinde önemli konular öne alınır ve hepsi “Akıl ve Cehalet Kitabı” babıyla başlar; “İlmin Fazileti” ve “Tevhid” bablarıyla da devam eder. Bu tertibin, konuların bu sıraya göre ele alınması aynı zamanda bir mesaj taşır, biz henüz bu mesajın önemini kavrayabilmiş değiliz.
Şia'nın aslı esası marifettir, tanımadır. Müminlerin Emiri Ali (a.s.) Kumeyl'e yaptığı vasiyetinde “Ey Kumeyl! Tanımaya, bilgiye ihtiyaç duyulmayan hiçbir hareket yoktur” buyurur. Tevhidi, nübüvveti ve imameti de marifet esasınca kabul etmemiz gerekir; aksi takdirde semeresi olmaz veya az olur, bazen de hüsrana götürür.
Şia, Kur'ân'ı ölçü alır; Kur'ân'ı takip ettiklerini iddia edenleri değil. Dini de peygamberden öğrenir, başkalarından değil. Dolayısıyla Gadir-i Hum, Kur'ân'ın beyanıdır. Hz. Peygamber, Gadir hutbesinde, yaklaşık olarak yetmiş Kur'ân ayetini açıklamıştır ve bu ayetleri tanık tutmuştur. Sünnî muhaddisler imamete dair bu açık mesajı görmemek için inat ettiklerinden detaylı ve açıklayıcı Gadir hutbesinden mahrum kalır, sadece birkaç cümlesine işaret etmekle yetinir, bu birkaç cümleyi de arzularınca yorumlarlar. Onlar böyle yaparak kiminle inatlaştıklarını sanırlar? Kendilerini ilim kaynağından mahrum bırakmaktan başka ne yaparlar? İbn Sad, İmam Zeynelabidin'den (a.s.) çok sayıda hadis ulaştığını ancak çok azını naklettiğini yazar. Bunun neticesi nedir? Başta aklî ve ahlakî konularda olmak üzere sadece kaynakları fakirleşmiştir!
Ladinî bir bakışla, yani İslâm'ın semavî bir din olduğunu ve Kur'ân'ın vahiyden kaynaklandığını kabul etmeyen, gelişmeleri sadece bir sosyal olgular zinciri olarak değerlendiren birisinin bakış açısıyla durumu değerlendirmek isteyen birinin İslâm'ın devamlılığını yorumlayabilmesinin en iyi yolu, bu dinin peygamberinin mesajına, üstelik ciddi bir kalabalık önünde yapılan ve sonrasında kadın ( o günün koşullarından kadınlardan biat alınması onlara statü kazandırmak açısından önemli bir gelişmeydi) erkek dinleyen herkesten biat alınan son önemli konuşmaya başvurmaktır.
Biat merasiminin tamamlanması için üç gün boyunca her türlü imkândan yoksun o sıcak çölde kalınması ve aralıklarla tekrar eden “Ey insanlar!” hitabıyla dikkatlerin celp edilmesi, bütün bunlar verilen mesajın önemini gösterir. Ayrıca, “Ey insanlar!” hitabı, kıyamete değin bütün zamanlarda ve bütün mekânlarda insanlığın tamamının muhatap alındığını gösterir. Dindar bir toplumda birisi kendisini bu mesajdan mahrum bırakırsa ne olur? Kur'ân bunun cevabını veriyor: “Kendileri de bunların hak olduklarını kesin olarak bildikleri hâlde, sırf zalimliklerinden ve büyüklük taslamalarından ötürü onları inkâr ettiler.” (Neml, 14)
Şu halde Gadir'in mesajını anlamalı, ona boyun eğmeli ve hayatın her alanında bu mesajı amelî kılmalıyız.
Gadir-i Hum hadisesiyle Şia'nın dinamizmi arasında nasıl bir irtibat vardır?
Şia, etkin, canlı bir hakikattir, dinamiktir. Mesele, bizim hayat tarzımızın dinamik hakikat karşısında nasıl olduğudur. Az önce Şia'nın akla ve fıtrata dayanan bir öğreti olduğunu söylemiştim; bu hakikat insaflı biri tarafından içselleştirilebilir. Mesele, bizim vazifemizi nasıl yerine getirdiğimizdir. Biz vazifemizi doğru bir biçimde yerine getirmeliyiz. Hoş olmayan davranışlarla ve yersiz yorumlarla vazifemizi bulandırmamalı, temsilcisi olduğumuz hakikati yanlış aksettirmemeli ve amelde bir tahrife yol açmamalıyız.
Yersiz yorumlara teorik ve pratik açıdan örnekler vermem icap ederse şunları söyleyebilirim:
Allah Resulü'nün farklı şekillerde kalıcılığını ve evrenselliğini altını çizerek açıkladığı hakikati biz muhtelif şekillerde sınırladık. Hakikati sadece Gadir-i Hum hadisesini andığımız günlerde, sempozyum gibi araştırmacıların katılımıyla düzenlenen programlarla değil de çoğunluğunu duygulara hitap eden, şiir okuma meclisleri gibi merasimlerin oluşturduğu etkinliklerde anlatır olduk. Böyle bir sınırlandırma Gadir-i Hum hadisesinin azametine gölge düşürmektedir, bu bir zulümdür.
Hz. Peygamber, Gadir-i Hum'un mesajını iblağ etmeyi iyiliği emir, kötülükten sakındırmanın en başında görüyor; bizse iyiliği emredip kötülükten sakındırmayı birkaç fıkhi hükme uymakla sınırladık.
Hz. Peygamber, Gadir-i Hum'un mesajını anlatmayı ana babaların, mürebbilerin, öğretmenlerin görevi olarak görüyor; bunlar nesilden nesile kıyamete kadar hakikat mesajını aktarmalıdır, anlatmalıdır. Bu, Gadir-i Hum mesajının İslâmî eğitim ve öğretim sisteminde önemli bir yere sahip olması gerektiği anlamına gelir. Oysa mevcut durum ortadadır.
Demem o ki, dinî hakikatlerin “tüketimi”, bu hakikatlerden geniş bir sahada faydalanmanın önünü almaktadır. Tüketim, “tekrarcı olma” kaygısını beraberinde getirir. Fakat hepimizin birbirimize hatırlatması gereken şöyle önemli bir husus var: Bazı olaylar ve davranışlar tekrarcıdır, mesela ayı ve güneşi her gün görürüz, her gün yemek yer, su içeriz. Bütün bunlar tekrardır, onları her zaman “yeni” gösteren şeyse, onlara duyduğumuz ihtiyaçtır. Ne ihtiyaçlarımız eskir, ne de ihtiyaç duyduklarımız. Hz. Peygamber'in kabul edeceği, beğeneceği eğitim sistemi de “insanlarda daima sahip olduğu bütün genişliğiyle Gadir-i Hum mesajına ihtiyaç uyandırmak”, böylece insanları kendiliğinden bu mesajı öğrenmeye teşvik etmektir. Bu, ciddi bir programlama ister; aksi takdirde, özellikle de dinin şah damarını hedef almış düşmanın olduğu bir dönemde tembellik ve gevşeklikle bir neticeye ulaşılamaz.
Yapmamız gereken, söz ve amel yoluyla herkese Gadir'e yaraşır bir hayat tarzını benimsetmektir. Sözü uzatmamak için bir örnek vereceğim. Muhammed b. Ebi Umeyr, kendisi İmam Cafer Sadık'ın (a.s.) önde gelen dostlarındandı, ticaretle geçinir ve aynı zamanda İmam'ın hadislerini ve öğretisini yayardı. Dönemin idarecilerince hapse atıldı, dört yıl hapiste kaldı. Dönemin, hicrî ikinci yüzyılın koşullarında hapse atılmanın ne büyük bir ekonomik darbe olduğunu ve onun hayatını nasıl etkilediğini zihninizde canlandırın. Salıverildikten sonra bir Şiî onu ziyarete gider ve ona kendisine borçlu olduğunu söyleyerek on bin dirhem verir. İbn Ebi Umeyr bu parayı nereden bulduğunu sorar. “Ticaretten mi kazandın yoksa sana miras mı kaldı?” diye sorar. Adam, hiçbiri, der, sana olan borcumu ödeyebilmek için evimi sattım. İbn Ebi Umeyr o parayı almayacağına dair and içer; oysa bir dirheme bile muhtaç haldedir. Ama o, İmam Cafer Sadık'ın kimse borcunu ödemek için evini satmasın, dediğini duymuştur. Evini geri alması için on bir dirhemi adama verir.
Bu Gadirce yaşamaya dair somut pratik bir örnektir. Toplumumuz bu nurani hakikatlere amelde ne kadar bağlı kalmıştır? Şia'nın dinamizmi ve Gadir'in yaşaması böyle davranışların, öğretiyle amel etmenin yaygınlaşmasına bağlıdır.
Gadir Hum'a dair ne gibi çalışmalar yapılmıştır? Bu alanda çalışmak isteyen araştırmacılara tavsiyeleriniz nelerdir?
Günümüzde Kur'ân'ın öğrettiğinin aksine ilim ve amel birbirinden ayrılmış, bağımsızlaşmıştır. Bu bağlamda Gadir-i Hum'la ilgili çalışmalar da ilmî çalışmalarla sınırlı kalmış, bu çalışmalarda da Hz. Ali'nin hilafetinin hakkaniyetinin ispatlanması ve “farklı düşünenlerle” tartışma hedeflenmiştir. Hz. Ali'nin imametinin farklı boyutları ile imametin amelde neleri gerektirdiği üzerinde durulmamıştır.
İlmî çalışmalar mutlaka gereklidir, ama asla yeterli değildir. Bizim “Ali'nin toplumunu” kurmamız lazım. Çünkü biz Âşurâ Ziyareti'nde geçtiği şekliyle Allah'tan “Hayatımızı Muhammed ve Âl-i Muhammed'in hayatı gibi, ölümümüzü Muhammed ve Âl-i Muhammed'in ölümü gibi” yapmasını isteriz. Şiddetle ihtiyaç duyduğumuz şey, bireysel ve toplumsal olarak inançta ve ahlakta İmam Ali'nin inanç ve ahlakını benimsemektir, onun gibi yaşamaktır. Bu amaca ulaşmak şunları gerektirir:
a) Gadir-i Hum'u, yani dini, akla, fıtrata ve önceliklere riayet ederek ihtiyaçlara cevap verecek şekilde, doğru ve kapsamlı bir biçimde tanımak lazımdır.
b) Gadir-i Hum'un tevhidin ve kulluğun gerçekleşme aracı olduğunu bilmek ve buna inanmak. Gadir-imamet-tevhid ilişkisini çok iyi bilmemiz gerekir.
c) Amelin dindarlığın ayrılmaz parçası olduğunu bilerek ciddiye almamız gerekir.
d) Bu sayılanların bize kazandıracağı bakış açısından sonra doğal olarak Gadir-i Hum tüketim nesnesi olmaktan çıkacak ve tükenmek bilmez toplumsal bir sermayeye dönüşecektir. Müminlere hitaben söylenen şu ilahî mesaj daima kulaklarımızda yankılanmalıdır: “Ey iman edenler, iman edin!” (Nisa, 136) Çünkü iman etmek, devam eden bir süreçtir.
Bunlara ilaveten erken dönem kaynaklarındaki Gadir-i Hum rivayetleri ile Masum İmamlar'ın bu konudaki hadislerini bilmek bir zarurettir. Mesela İmam Hadi'den (a.s.) rivayet olunan Gadiriye Ziyareti, nispeten kısa olsa da İmam Ali'nin yaşam tarzını öğreten en güvenilir kaynaktır. Muhaddis Şeyh Abbas Kummî'nin Mefâtihü'l-Cinân'da naklettiği bu ziyaret, genç neslin birçok sorusuna da cevap verebilecek niteliktedir.
Gadir-i Hum ile Mehdilik inancı arasında nasıl bir irtibat vardır?
Gadir-i Hum hadisesi Hz. Peygamber'in vefatından yetmiş gün önce meydana geldi. Bununla birlikte, Gadir hutbesinin mesajlarından biri ümmetin geleceği ve Beklenen Mehdi'nin özellikleriyle zuhur asrının tasviridir. Mübarek hayatının son günlerinde ve peygambersiz kalacağı günlerin başlangıcında ümmetin kaderinin, geleceğinin açıklanması, meselenin önemini gösterir. İmam Mehdi'nin (a.s.) doğumundan yaklaşık iki buçuk asır önce Hz. Peygamber Beklenen İmam'ın özelliklerini açıklıyor ve ümmetini O'nu beklemeye çağırıyor. Bu dönem halkının, 12. İmam'ın imamet döneminde yaşayan ve O'nun tabileri sayılan insanların bekleyiş bağlamındaki vazifesi ne de ağırdır!
Bugün için Gadir'e bağlı kalmak zuhuru beklemektir; aksi halde Vakıfe'nin başına gelen bizim de başımıza gelir. Vakıfe, İmam Musa Kazım'ın (a.s.) şehadetinden sonra O'nun şehid olduğu gerçeğini kabul etmeyen, O'nu son imam kabul edip zamanın imamının, yani İmam Ali Rıza'nın (a.s.) imametini kabul etmeyenlerdir. Hadislerde onlar hakkında “şaşkın, zındık” gibi tabirler kullanılmıştır.
Bu konuda söylenecek söz, İmam Cafer Sadık'ın (a.s.) vefakâr sahabîsi Eban b. Tağlib'in imam hayattayken söylediği şu sözdür: “Şia, Hz. Peygamber'den sonra ihtilaflı konularda Ali'ye, Ali'den sonra İmam Sadık'a başvuranlardır.”
Onlarca ayete, sahih hadise ve aklıselime dayanan bu söz bizim ödevimizi de açıklamaktadır. Tabii biz inkârdan söz etmiyoruz burada, gaflet hiçbir zaman inkâr anlamına gelmemekle birlikte Allah'ın hüccetinden gaflet etmek büyük günahtır. Gaflet devamlılık kazanırsa inkârla sonuçlanabilir.
çev: İbrahim Erkin
Bu yazı ilk defa 23 Ocak 2017 tarihinde www.medyasafak.net sitesinde, burada yayınlanmıştır.