19 Eylül 2014 Cuma

Osmanlı’da Seyyidler ve Nakîbü’l-Eşraflık Müessesesi Semineri (29 Mayıs 2013)



29 Mayıs 2013 tarihinde BİSAV'da Osmanlı’da Seyyidler ve Nakîbü’l-Eşraflık Müessesesi başlıklı bir seminer düzenlendi. Ayhan Işık, seminerinde, Şeyhülislamlık Belgeleri Işığında Seyyidler ve Nakibü’l-Eşraflık Müessesesi başlıklı doktora tezi üzerine bir konuşma yaptı. 

Işık'ın konuşmasından aldığı notları Sadullah Yıldız DünyaBizim sitesinde paylaştı.  

Nesep olarak Hz. Hasan’dan Peygamber Efendimize dayanan kimselere şerif, Hz. Hüseyin’den dayananlara ise seyyid deniyor. Kaynaklarda bu şekilde geçiyor ancak, Ayhan hoca Osmanlılar’da bu ayrımın olmadığını söylüyor. Genel olarak seyyid diye adlandırılırken bu kişiler, Osmanlı’da soyu anne tarafından Efendimize dayananlara şerif denegelmiş.

Nakibü’l-Eşraflık Fatımîler’den Eyyubîler’e ve Selçuklular’a, son olarak da Osmanlılar’a kadar bütün İslam devletlerinde olan bir müessese ve görevi seyyid ve şeriflerin kayıtlarını tutmak, ödeneklerini tahsis etmek, evliliklerini sağlamak, toplumda rencide edilmesi muhtemel işlerde çalışmalarını engellemek yönünde; yani genel olarak seyyid/şeriflerin vasiliği vazifesi.

Seyyidler hep el üstünde tutulmuş 

Müessesenin sonradan da devam edecek ana kaideleri Peygamberimiz zamanında belirlenmiş. Buna göre seyyid ve şerifler zekât alamıyorlar velâkin ganimetten alacakları bir hisseleri var. Hisselerin dağıtımı noktasında da seyyid ve şeriflerin şecerelerinin tutulması mevzubahis. İlk dönemde bu işin muvazzafı Hz. Ali’yken, Hz. Ömer’in zamanında kurulan divan teşkilatı tarafından bu kimselere birtakım ödenekler ayrılmış. Abbasîler dönemine gelindiğindeyse nakibü’l-eşraflık, müessese olma düzeyini tamamlamış ve kuruluş amacı olan seyyid ve şeriflerin ganimetlerinin ayrılması, toplumdaki imtiyazlarının verilmesi gibi hususlar için işlerliği yoluna girmiş.

Hz. Ömer ve Hz. Osman dönemlerinde tebliğ faaliyetleri içinde yer alan seyyidlerin Arap yarımadası dışına ilk çıkışları bu şekilde olmuş. Emevîler devrindeki bir takım nahoş olaylar ve sonrasındaki yayılışları sebebiyle İslam dünyasının birçok noktasına dağılmış, her gittikleri yerde de tazimle karşılanmış, devletler tarafından muafiyetler ve imtiyazlarla mümtaz kılınmışlar. Osmanlılar da topraklarına gelen seyyidlere ayrıcalıklar tanımış. Bu ayrıcalıkların derecesini anlatırken Ayhan hoca, “Eşi biraz zor bulunur.” ifadesini kullandı.


Peki Osmanlı seyyidlere nasıl davrandı? “Önce nakibü’l-eşrafın seçilmesini ele alalım.” dedi Ayhan hoca ve evvela bu kuruma seçilecek kişinin seyyid olması gerektiğini söyledi. İlmiye sınıfı içindeki hiyerarşik eğitim silsilesini tamamlamış kimselerden seçiliyor ve bu kişilerin aynı zamanda İslam hukuku bilen kadılardan olduklarını da ekliyor hoca. Kişinin seyyid olup olmadığına dair tetkikatı yürütmek de nakibü’l-eşraflığın görevleri arasında. Seyyid olduğunu ispat edenlere ‘siyadet hücceti’ denen bir belge veriliyor Osmanlı’da. Seyyid olduğunu ispatlayabilmesi için bir kişinin, içinde bulunduğu çevrede onun seyyidliğinin uzun yıllar biliniyor oluşu şartlardan biri. Siyadete şahadet edecek üç şahit istenmesi de belgenin verilebilmesi içi gerekli. Memleketin birçok yerinde nakibü’l-eşraf kaymakamlığı mevcut ancak sadece İstanbul’dakinin seyyidlik belgesi vermeye yetkisi var.

Seyyidlerin toplumdaki -bugün de hâlâ süregelen- ayrıcalıklı mevkilerinin yanısıra Osmanlı’da oldukça seçkin bir konumları varmış. Başta iktisadî imtiyazlar: Devletin kuruluşundan itibaren seyyidlere hususî bir ihtimam gösterilmiş; en başta vergiden muafiyet. Şer’î vergilerin dışında tekâlif-i örfiye denen, sultanın koyduğu vergilerden de muafmış seyyidler. Devletin son dönemlerindeki yetim sandıklarının kurulduğu II. Abdülhamid devrinde ise buna maaş da eklenmiş: “Ancak maaş tüm seyyidlere verilmiyor. Belediye tabibine gözükerek ihtiyaç sahibi olduğunu belgelemesi durumunda kendisine maaş bağlanıyor. Muafiyette de seyyidlerin hepsine aynı muafiyet verilmiyor. Yani seyyid oluş, imtiyazların hepsinden yararlanma anlamına gelmiyor.”

Seyyidler için özel mahkeme ve hukuk yok 

Seyyidler için özel mahkemelerin varlığına dair dolaşan birtakım bilgi kırıntılarının ise onlara tanınmış hukukî ayrıcalıkların olduğuna dair olguyu yansıtması sebebiyle yanlış olduğunu ifade etti Ayhan hoca. Seyyid olanlara özel bir mahkeme yok Osmanlı’da; onlar için özel olan mahkeme, seyyidliklerini belgelemek için nakibü’l-eşrafın huzurunda davasının görülmesinden ibaret. Diğer her türlü hukukî meselede sivil mahkemelere gidiyorlarmış ve başka herkesten herhangi bir ayrıcalıkları yokmuş. Hatta Ebu’s-Suud Efendi’ye “Sâdâttan bazıları ‘Bize hukuk-ı ibâd zarar eylemez, biz ahirette hukuk-ı ibâddan mesul olmayız, alâküllihâl biz cennette dâhil oluruz.’ deseler mezburlara ne lazım olur?” şeklinde sorulunca şeyhülislamın verdiği cevap gayet keskin ve kesin olmuş: “Bu itikat üzere ısrar eder, İslam’a gelmezler ise zındıklıkları mukarrer olup katledilmeleri vacip olur.”

Bu hukukî ayrıcalık meselesiyle ilgili Osmanlı’da, merkeze birtakım merak minvalinde şikâyetler gittiği de olmuş. Ayhan Işık, bu tür şikâyetlerden sekiz on tanesine tesadüf ettiğini söyledi, bunların zamanla halk algısında kendiliğinden gelişerek seyyidlerin hukuksal imtiyazlarının olduğuna dair bir telakkiyi doğurduğunu ifade ederek devam etti: “Gelen şikâyetler üzerine çıkan fermanların hepsinde ana vurgu, seyyidlerin Arap bölgesinde olanlarına sadece surre gelirleri tahsis edildiği, terekelerinin kendi aralarında taksim edileceği ve bunların haricinde cezaî işlemlerde herhangi bir ayrıcalıklarının olmadığı yönünde.”

Seyyidlerin kıyafet hususunda da bir farklılıkları var; yeşil giyiniyorlar. Osmanlı’da toplumun sınıflarının birbirinden ayrılması için farklı renklerin kullanıldığını anlattı hoca ve sözgelimi ulemayla gayrimüslim vatandaşın giyeceği kıyafetlerin birbirinden farklı olduğunu söyledi. Seyyidlerin rengi olan yeşil elbiseyi bazı dönemlerde gayrimüslimlerin de giydiği olmuş ve hemen bununla ilgili ferman çıkarılmış, gerekirse de şiddetli şekilde cezalandırılmışlar. Ayhan Işık, bazı fetvalardan yola çıkarak yaptığı tespitte de yeşili yalnızca baba tarafından seyyid olanların giyebilmesine cevaz verildiğini görmüş: “Anne tarafından olanlar ise üzerlerinde yeşil küçük bir alamet bulundurabiliyorlar.”

Askerlikten muafiyet hakkında ise bunun bütün seyyidler için geçerli bir kanun olduğu bilgisi yanlış. Hocanın demesine göre bu belli bir dönemde, belli bir bölgeye tanınmış yalnızca. Yeniçeriliğin kaldırılması, yeni bir ordunun kurulması, Tanzimat Fermanı’yla birlikte gelen düzenlemeler gibi ıslahatlar silsilesinde seyyidlerin askerlik durumuyla alakalı hiçbir hükmün bulunmadığını söyledi Işık. Ayhan hocanın ifade ettiğine göre Osmanlı, Arap bölgelerindeki Şia yayılışını durdurmak amacıyla orada yaşayan seyyidlere böyle bir muafiyet tanımış: “Özellikle Kadirî ve Rufaî tarikatına mensup seyyidlere bu muafiyet tanınıyor. Sebep de devletin, orada yaşayan seyyidlere birtakım görevler veriyor oluşu. Mesela Şia’nın yayılışının engellenmesi.”

Osmanlı, nakibü’l-eşraflığı siyaseten de kullanmış 

Şia’nın etki alanının bilhassa 19. yüzyılda genişlemesi üzerine Osmanlı Devleti, Şia’nın ilerleyişi ve Sünnî gerileyişin sebepleri üzerine çalışmalar yaptırmış. Rapor hazırlayanlar arasında askerî erkân ve malî müşavirler olduğu gibi seyyidler de var. Nakibü’l-eşraflara da bu minvalde vazife düşüyor oluşu Osmanlı’nın yaptığı oldukça stratejik bir hamle; zira bu kişiler aynı zamanda ikinci görevleri postnişinlik, vaizlik, müftülük, müderrislik olan tesirli ve nüfuzlu mevkilerdeler. Şiiliğin yükselişinin siyasî çerçevede engellenmesini isteyen Osmanlı, Arap bölgesinde seyyidlik ve nakibü’l-eşraflığı aktif olarak kullanmış.

Devletin nakibü’l-eşraf kaymakamlarına tanıdığı imtiyazlar karşılığında onlardan yeri ve vakti gelince siyasî bazı beklentiler içine girdiğini de söylüyor Ayhan Işık. İsyanların bastırılması bunların en önemlisi sayılabilir. Kuveyt Emiri es-Sabbah’ın isyanında Basra Nakibü’l-Eşraf Kaymakamı seyyid Said Efendi’nin görevlendirilmesi bu durumun en net örneklerinden biri. Hocanın dediğine göre iki taraf arasındaki akrabalık bağı da müzakere yürütmede ciddi bir etken: “Kaymakam, es-Sabbah’a birkaç kere gidiyor ve isyanın caiz olmadığına dair telkinleriyle ikna ederek onu isyandan vazgeçiriyor. Yani devlet bu çeşit durumlarda direkt kendisi muhatap olmayarak nakibü’l-eşraf kaymakamlarıyla işlerini çözüyor.”

Cumhuriyet devrinden sonra şeyhülislamlığın ilgasıyla artık hakikî seyyidlerin belgesi olmadığı için gerçeğiyle yalancısını ayırmak mümkün değil, ancak Osmanlı’da bunun ayırımı mümkündü; zira seyyid olanların, olduklarına dair vesikaları vardı. Burada atlanmaması gereken bir küçük ayrıntı da müteseyyidlik.‘Sahte seyyid’ de diyebileceğimiz bu kişiler, Ayhan Işık hocanın anlatımından öğreniyoruz ki, mühür taklidi ve sahte belge yazımı gibi taktiklerle seyyid olduklarını iddia eden birtakım fırsatçılarmış. Bunlara Arapça’daki gramatik kalıba uydurularak müteseyyid deniyor. Osmanlı, normal zamanlarda göz açtırmadığı bu akımı, tehlike baş gösterince göz yummak siyasetiyle kullanma yoluna gidebilmiş. Safevî tehdidi büyüdüğü zaman seyyid olmayan birçok kişiye seyyidlik belgesinin verildiğini söylüyor Ayhan hoca; seyyidlerin toplumdaki kenetlenmeyi artırmada oynadıkları rolü biliyor çünkü Osmanlı. Tehdit bertaraf edildikten sonra ise sıkı bir teftişle bu kişiler eleniyor.

Nakibü’l-eşraflar Osmanlı’da mevkileri zaman zaman şeyhülislamın dahi üstünde olan ve protokol olarak padişahın hemen altında yer alan kimseler. Bu aynı zamanda devletin, dinî tarafının ve ana dinamiklerinin bağlandığı peygamberine verdiği önemin göstergesi olması açısından ehemmiyet arz ediyor.