29 Mayıs 2013 tarihinde BİSAV'da Osmanlı’da Seyyidler ve Nakîbü’l-Eşraflık Müessesesi başlıklı bir seminer düzenlendi. Ayhan Işık, seminerinde, Şeyhülislamlık Belgeleri Işığında Seyyidler ve Nakibü’l-Eşraflık Müessesesi başlıklı doktora tezi üzerine bir konuşma yaptı.
Işık'ın konuşmasından aldığı notları Sadullah Yıldız DünyaBizim sitesinde paylaştı.
Nesep olarak Hz. Hasan’dan Peygamber Efendimize dayanan kimselere şerif, Hz. Hüseyin’den dayananlara ise seyyid deniyor. Kaynaklarda bu şekilde geçiyor ancak, Ayhan hoca Osmanlılar’da bu ayrımın olmadığını söylüyor. Genel olarak seyyid diye adlandırılırken bu kişiler, Osmanlı’da soyu anne tarafından Efendimize dayananlara şerif denegelmiş.
Nakibü’l-Eşraflık
Fatımîler’den Eyyubîler’e ve Selçuklular’a, son olarak da Osmanlılar’a kadar
bütün İslam devletlerinde olan bir müessese ve görevi seyyid ve şeriflerin
kayıtlarını tutmak, ödeneklerini tahsis etmek, evliliklerini sağlamak, toplumda
rencide edilmesi muhtemel işlerde çalışmalarını engellemek yönünde; yani genel
olarak seyyid/şeriflerin vasiliği vazifesi.
Seyyidler hep el
üstünde tutulmuş
Müessesenin
sonradan da devam edecek ana kaideleri Peygamberimiz zamanında belirlenmiş.
Buna göre seyyid ve şerifler zekât alamıyorlar velâkin ganimetten alacakları
bir hisseleri var. Hisselerin dağıtımı noktasında da seyyid ve şeriflerin
şecerelerinin tutulması mevzubahis. İlk dönemde bu işin muvazzafı Hz. Ali’yken,
Hz. Ömer’in zamanında kurulan divan teşkilatı tarafından bu kimselere
birtakım ödenekler ayrılmış. Abbasîler dönemine gelindiğindeyse
nakibü’l-eşraflık, müessese olma düzeyini tamamlamış ve kuruluş amacı olan
seyyid ve şeriflerin ganimetlerinin ayrılması, toplumdaki imtiyazlarının
verilmesi gibi hususlar için işlerliği yoluna girmiş.
Hz. Ömer ve Hz.
Osman dönemlerinde tebliğ faaliyetleri içinde yer alan seyyidlerin Arap
yarımadası dışına ilk çıkışları bu şekilde olmuş. Emevîler devrindeki bir takım
nahoş olaylar ve sonrasındaki yayılışları sebebiyle İslam dünyasının birçok
noktasına dağılmış, her gittikleri yerde de tazimle karşılanmış, devletler
tarafından muafiyetler ve imtiyazlarla mümtaz kılınmışlar. Osmanlılar da
topraklarına gelen seyyidlere ayrıcalıklar tanımış. Bu ayrıcalıkların derecesini
anlatırken Ayhan hoca, “Eşi biraz zor bulunur.” ifadesini kullandı.
Peki Osmanlı
seyyidlere nasıl davrandı? “Önce nakibü’l-eşrafın seçilmesini ele alalım.” dedi
Ayhan hoca ve evvela bu kuruma seçilecek kişinin seyyid olması gerektiğini
söyledi. İlmiye sınıfı içindeki hiyerarşik eğitim silsilesini tamamlamış
kimselerden seçiliyor ve bu kişilerin aynı zamanda İslam hukuku bilen
kadılardan olduklarını da ekliyor hoca. Kişinin seyyid olup olmadığına dair
tetkikatı yürütmek de nakibü’l-eşraflığın görevleri arasında. Seyyid olduğunu
ispat edenlere ‘siyadet hücceti’ denen bir belge veriliyor Osmanlı’da. Seyyid
olduğunu ispatlayabilmesi için bir kişinin, içinde bulunduğu çevrede onun
seyyidliğinin uzun yıllar biliniyor oluşu şartlardan biri. Siyadete şahadet
edecek üç şahit istenmesi de belgenin verilebilmesi içi gerekli. Memleketin
birçok yerinde nakibü’l-eşraf kaymakamlığı mevcut ancak sadece İstanbul’dakinin
seyyidlik belgesi vermeye yetkisi var.
Seyyidlerin
toplumdaki -bugün de hâlâ süregelen- ayrıcalıklı mevkilerinin yanısıra
Osmanlı’da oldukça seçkin bir konumları varmış. Başta iktisadî imtiyazlar:
Devletin kuruluşundan itibaren seyyidlere hususî bir ihtimam gösterilmiş; en
başta vergiden muafiyet. Şer’î vergilerin dışında tekâlif-i örfiye denen,
sultanın koyduğu vergilerden de muafmış seyyidler. Devletin son dönemlerindeki
yetim sandıklarının kurulduğu II. Abdülhamid devrinde ise buna maaş da
eklenmiş: “Ancak maaş tüm seyyidlere verilmiyor. Belediye tabibine gözükerek
ihtiyaç sahibi olduğunu belgelemesi durumunda kendisine maaş bağlanıyor.
Muafiyette de seyyidlerin hepsine aynı muafiyet verilmiyor. Yani seyyid oluş,
imtiyazların hepsinden yararlanma anlamına gelmiyor.”
Seyyidler için özel
mahkeme ve hukuk yok
Seyyidler için özel
mahkemelerin varlığına dair dolaşan birtakım bilgi kırıntılarının ise onlara
tanınmış hukukî ayrıcalıkların olduğuna dair olguyu yansıtması sebebiyle yanlış
olduğunu ifade etti Ayhan hoca. Seyyid olanlara özel bir mahkeme yok
Osmanlı’da; onlar için özel olan mahkeme, seyyidliklerini belgelemek için
nakibü’l-eşrafın huzurunda davasının görülmesinden ibaret. Diğer her türlü
hukukî meselede sivil mahkemelere gidiyorlarmış ve başka herkesten herhangi bir
ayrıcalıkları yokmuş. Hatta Ebu’s-Suud Efendi’ye “Sâdâttan bazıları ‘Bize
hukuk-ı ibâd zarar eylemez, biz ahirette hukuk-ı ibâddan mesul olmayız,
alâküllihâl biz cennette dâhil oluruz.’ deseler mezburlara ne lazım olur?”
şeklinde sorulunca şeyhülislamın verdiği cevap gayet keskin ve kesin olmuş: “Bu
itikat üzere ısrar eder, İslam’a gelmezler ise zındıklıkları mukarrer olup
katledilmeleri vacip olur.”
Bu hukukî ayrıcalık
meselesiyle ilgili Osmanlı’da, merkeze birtakım merak minvalinde şikâyetler
gittiği de olmuş. Ayhan Işık, bu tür şikâyetlerden sekiz on tanesine tesadüf
ettiğini söyledi, bunların zamanla halk algısında kendiliğinden gelişerek
seyyidlerin hukuksal imtiyazlarının olduğuna dair bir telakkiyi doğurduğunu
ifade ederek devam etti: “Gelen şikâyetler üzerine çıkan fermanların hepsinde
ana vurgu, seyyidlerin Arap bölgesinde olanlarına sadece surre gelirleri tahsis
edildiği, terekelerinin kendi aralarında taksim edileceği ve bunların haricinde
cezaî işlemlerde herhangi bir ayrıcalıklarının olmadığı yönünde.”
Seyyidlerin kıyafet
hususunda da bir farklılıkları var; yeşil giyiniyorlar. Osmanlı’da toplumun
sınıflarının birbirinden ayrılması için farklı renklerin kullanıldığını anlattı
hoca ve sözgelimi ulemayla gayrimüslim vatandaşın giyeceği kıyafetlerin
birbirinden farklı olduğunu söyledi. Seyyidlerin rengi olan yeşil elbiseyi bazı
dönemlerde gayrimüslimlerin de giydiği olmuş ve hemen bununla ilgili ferman
çıkarılmış, gerekirse de şiddetli şekilde cezalandırılmışlar. Ayhan Işık, bazı
fetvalardan yola çıkarak yaptığı tespitte de yeşili yalnızca baba tarafından
seyyid olanların giyebilmesine cevaz verildiğini görmüş: “Anne tarafından
olanlar ise üzerlerinde yeşil küçük bir alamet bulundurabiliyorlar.”
Askerlikten
muafiyet hakkında ise bunun bütün seyyidler için geçerli bir kanun olduğu
bilgisi yanlış. Hocanın demesine göre bu belli bir dönemde, belli bir bölgeye
tanınmış yalnızca. Yeniçeriliğin kaldırılması, yeni bir ordunun kurulması,
Tanzimat Fermanı’yla birlikte gelen düzenlemeler gibi ıslahatlar silsilesinde
seyyidlerin askerlik durumuyla alakalı hiçbir hükmün bulunmadığını söyledi
Işık. Ayhan hocanın ifade ettiğine göre Osmanlı, Arap bölgelerindeki Şia
yayılışını durdurmak amacıyla orada yaşayan seyyidlere böyle bir muafiyet
tanımış: “Özellikle Kadirî ve Rufaî tarikatına mensup seyyidlere bu muafiyet
tanınıyor. Sebep de devletin, orada yaşayan seyyidlere birtakım görevler
veriyor oluşu. Mesela Şia’nın yayılışının engellenmesi.”
Osmanlı,
nakibü’l-eşraflığı siyaseten de kullanmış
Şia’nın etki
alanının bilhassa 19. yüzyılda genişlemesi üzerine Osmanlı Devleti, Şia’nın ilerleyişi
ve Sünnî gerileyişin sebepleri üzerine çalışmalar yaptırmış. Rapor
hazırlayanlar arasında askerî erkân ve malî müşavirler olduğu gibi seyyidler de
var. Nakibü’l-eşraflara da bu minvalde vazife düşüyor oluşu Osmanlı’nın yaptığı
oldukça stratejik bir hamle; zira bu kişiler aynı zamanda ikinci görevleri
postnişinlik, vaizlik, müftülük, müderrislik olan tesirli ve nüfuzlu
mevkilerdeler. Şiiliğin yükselişinin siyasî çerçevede engellenmesini isteyen
Osmanlı, Arap bölgesinde seyyidlik ve nakibü’l-eşraflığı aktif olarak
kullanmış.
Devletin
nakibü’l-eşraf kaymakamlarına tanıdığı imtiyazlar karşılığında onlardan yeri ve
vakti gelince siyasî bazı beklentiler içine girdiğini de söylüyor Ayhan Işık.
İsyanların bastırılması bunların en önemlisi sayılabilir. Kuveyt Emiri es-Sabbah’ın
isyanında Basra Nakibü’l-Eşraf Kaymakamı seyyid Said Efendi’nin
görevlendirilmesi bu durumun en net örneklerinden biri. Hocanın dediğine göre
iki taraf arasındaki akrabalık bağı da müzakere yürütmede ciddi bir etken:
“Kaymakam, es-Sabbah’a birkaç kere gidiyor ve isyanın caiz olmadığına dair
telkinleriyle ikna ederek onu isyandan vazgeçiriyor. Yani devlet bu çeşit
durumlarda direkt kendisi muhatap olmayarak nakibü’l-eşraf kaymakamlarıyla
işlerini çözüyor.”
Cumhuriyet
devrinden sonra şeyhülislamlığın ilgasıyla artık hakikî seyyidlerin belgesi
olmadığı için gerçeğiyle yalancısını ayırmak mümkün değil, ancak Osmanlı’da
bunun ayırımı mümkündü; zira seyyid olanların, olduklarına dair vesikaları
vardı. Burada atlanmaması gereken bir küçük ayrıntı da müteseyyidlik.‘Sahte seyyid’ de
diyebileceğimiz bu kişiler, Ayhan Işık hocanın anlatımından öğreniyoruz ki,
mühür taklidi ve sahte belge yazımı gibi taktiklerle seyyid olduklarını iddia
eden birtakım fırsatçılarmış. Bunlara Arapça’daki gramatik kalıba uydurularak
müteseyyid deniyor. Osmanlı, normal zamanlarda göz açtırmadığı bu akımı,
tehlike baş gösterince göz yummak siyasetiyle kullanma yoluna gidebilmiş.
Safevî tehdidi büyüdüğü zaman seyyid olmayan birçok kişiye seyyidlik belgesinin
verildiğini söylüyor Ayhan hoca; seyyidlerin toplumdaki kenetlenmeyi artırmada
oynadıkları rolü biliyor çünkü Osmanlı. Tehdit bertaraf edildikten sonra ise
sıkı bir teftişle bu kişiler eleniyor.
Nakibü’l-eşraflar
Osmanlı’da mevkileri zaman zaman şeyhülislamın dahi üstünde olan ve protokol
olarak padişahın hemen altında yer alan kimseler. Bu aynı zamanda devletin,
dinî tarafının ve ana dinamiklerinin bağlandığı peygamberine verdiği önemin
göstergesi olması açısından ehemmiyet arz ediyor.