Deveci, halka Kerbelâ'da tanık olduğu olayları anlatıyor Lamiî Çelebi, Maktel-i Âl-i Resul TİEM 1958 |
Lâmiî Çelebi’nin
Hayatı
Şeyh Mahmud b. Osman b. Ali el-Nakkaş b. İlyas Lâmiî
Çelebi hicrî 878 yılında Bursa’da doğmuştur.[1]
Tahsiline Bursa’daki Muradiye Medresesi’nin müderrisleri olan Molla Ahaveyn ve
Hasanzâde Molla Mehmed’in yanında başlayan Lâmiî Çelebi, daha sonra mâsivâdan
hicret edip uzlete çekilmiş ve Nakşî şeyhi Emir Buharî’ye (öl. 922) intisap
etmiştir.[2]
Lâmiî Çelebi, Hüsn ü Dil tercümesinin mukaddimesinde hakikî gaye ve
manayı ancak ârifler zümresine katıldıktan sonra hissettiğini belirtir.[3]
Lâmiî Çelebi’nin önemli eserlerini de Türkçeye tercüme
ettiği Molla Câmî’ye ilgisinde müellifin Nakşibendî tarikatına mensup oluşu
etkili olmuş olmalıdır. Lâmiî Çelebi Abdurrahman Câmî’nin (öl. 898)eserlerini
Türkçeye kazandırmasından dolayı bazı kaynaklarda Câmî-i Rûm lakabıyla
anılmıştır.[4]
Mustafa Âlî ise, buna karşı çıkmış, Lâmiî Çelebi’nin şairlikte Molla Câmî ile
mukayese edilemeyeceğini söylemiştir.[5]
Kaynaklarda zeki, üretken, usta mütercim, belagat göğünün
yıldızı ve sevilen bir şair olarak tanıtılan Lâmiî Çelebi bütün hayatını
Bursa’da geçirmiş ve altmış yaşında iken 938 yılında memleketinde vefat
etmiştir.[6]
Kabri, dedesi Nakkaş Ali’nin yaptırdığı kale içindeki Bursa Orta Pazar Camii
haziresindedir.[7]
Maktel-i Âl-i Resul’ün Yazma Nüshaları
Maktel-i Âl-i
Resûl’ün bilinen yazma
nüshalarının sayısı azdır; daha dikkatli bir araştırma yapıldığı takdirde bu
rakamın çok daha artacağı kanaatindeyiz. Ayrıca eserin muhtemelen başta sanat
hamisi devlet adamları olmak üzere farklı kesimden okuyucular için hazırlanmış
üç minyatürlü el yazması nüshası bulunmaktadır.
Biz, 2012 yılı
sonunda Milli Kütüphane Yz. B 446 numarada kayıtlı nüshasını esas alarak Maktel-i Âl-i Resul’ü neşrettik. 1964’de S. S. Karabudak tarafından bağışlanan 13
varaklık bu elyazması nüsha karton bir cilt içerisinde yer alır. Abadî kâğıt
üzerine nesih hatla yazılan eserin sayfaları rutubetlidir ve bölüm başlıkları
ile alıntılar kırmızı mürekkeple yazılmıştır. Eserde müstensih adı geçmemekte,
istinsah kaydı da bulunmamaktadır.
Maktel-i Âl-i Resul’ün İsimlendirilmesi ve Telif
Tarihi
Lâmiî Çelebi
eserine Maktel-i Âl-i Resûl adını vermiş, bunu da maktelinde
belirtmiştir:
Dîdelerden akıtıp hûnîn süyûl
Yani diyem Maktel-i Âl-i Resûl
Lâmiî Çelebi, maktelinde eserin telif tarihiyle ilgili
bir bilgi vermez. Bununla birlikte Lâmiî Çelebi’nin 933-934 yılında yazdığı Şerefü’l-İnsan
adlı eserinde maktelini zikretmiş olmasından yola çıkarak eserin 933-934
yılından önce yazıldığını söyleyebiliriz.[8]
Maktel-i Âl-i
Resul’ün Telif Sebebi
Lâmiî Çelebi maktelinde ayrı başlık altında ifade ettiği
üzere eserini Kanûnî Sultan Süleyman zamanında defterdârlık yapan Sinan Bey’in
teşvikiyle yazmıştır.[9]
Müellifimizin anlattığına göre inzivaya çekildiği bir dönemde Sinan Bey’den bir
mektup almış ve bu mektuptan sonra maktelini yazmaya koyulmuştur:
Kûh-veş dâmâne çektim pâyımı
Dest-i uzlet birle yasdım yayımı
Kâf-ı mihnetten kılıp kaddim çü kâf
Eyledim dil Kâbesinde itikâfB
en cihandan bu gam ile bî-haber
Nâgeh erdi bir resûl-i nâme-ber
Asaf-ı cem menzilet edip selâm
Vermiş ben mûra bu yüzden peyâm
Hâme-gîr olub utârid-veş meger
Nazm edem pervin-sıfat birkaç güher
Lâmiî Çelebi maktelini, diğer maktel müellifleri gibi,
hazin Kerbelâ olayını yâd etmek, okuyucularını ağlatmak ve bu vesileyle sevap
kazanmak için kaleme alır. Lâmiî Çelebi bu hususu şu beyitlerle dile getirir:
Giydirem evrâka mâtemden libâs
İşitenler ağlayıp kan ede yas
Dîdelerden akıtıp hûnîn süyûl
Yani diyem Maktel-i Âl-i Resul
Eserde müellif maktelin yazılış sebebi olarak başka bir
sebep belirtmese de, Âşık Çelebi’nin Meşâirü’ş-Şuarâ’da naklettiği olay
Lâmiî Çelebi’nin maktelini yazma sebeplerinden biri olabilir. Âşık Çelebi şöyle
yazar:
Maktel-i Hüseyin, Vaiz Molla Arab Bursa’da ışıklara
mahsus maktel-i Hüseyin okunmağı men ettikte merhum Lâmiî Çelebi tevârih-i
sahihadan cem ü tertib edip Bursa’da kadı-yi vakt Aşçızâde Hasan Çelebi’yi ve
Molla Arab-ı Vaiz’i vesair ulemâyı cem edip maktelin okutup ulemâ kabul
etmişlerdir.[10]
Âşık Çelebi bu önemli bilgiyi naklederken Molla Arab’ın (öl.
938) maktel okumayı niçin yasakladığını izah etmez. Bununla birlikte “ışıklara
mahsus” ifadesi yasağın sebebine dair önemli ipuçları verir. Işık teriminin
batınî dervişler, önce Şiî-batınî zümreler, sonra Bektaşîler ve Hurufîler için
kullanıldığı da söylenmiştir.[11]
Helga Anetshofer’e göre Âşık Çelebi açıkça belirtmese de ışık sözcüğünü Abdal
zümresiyle ilişkilendirmiştir.[12]
Molla Arab’ın maktel okunmasını yasaklamasıyla ilgili bölümde ise özellikle
Şiîlik bağlamında bilinen bir âdeti uygulayanlara ışık denilmiştir.[13]
Âşık Çelebi’nin rivayetini esas aldığımızda, böyle bir
sebebe işaret etmese de, Lâmiî Çelebi’nin maktelini yasağa rağmen yazdığını,
dolayısıyla maktelin protest bir metin olduğunu düşünebiliriz. Şayet bu olay
maktelin yazımından sonra gerçekleşmişse ve Lâmiî Çelebi yasağa rağmen, başta
yasağı koyan Molla Arab olmak üzere, dönemin Bursa kadısı Aşçızâde Hasan
Çelebi’yi[14]
(öl. hicrî 942) ve diğer ulemâyı davet edip maktelini Ulu Cami’de okuması
müellifin yasağa karşı protest bir tavır sergilediğini gösterir.
Maktel-i Âl-i
Resul’ün Kaynakları
Maktel-i Âl-i Resûl’ü diğer Türkçe maktellerden
ayıran en önemli özelliği, Âşık Çelebi’nin de ifade ettiği gibi[15],
tarihi gerçekliklere en yakın maktel olmasıdır. Lâmiî Çelebi maktelinde
kaynaklarından bir kısmını zikretmiştir. Müellifin adını en fazla zikrettiği
kaynak meşhur Nakşî şeyhi Muhammed Pârsâ’nın (öl. hicrî 822) Faslu’l-Hitâb
adlı eseridir. Lâmiî Çelebi, Faslu’l-Hitâb’ın adını üç yerde zikreder:
Lîk
gûş et sahib-i Faslu’l-Hitâb
Hoş
beyân etmiş bu kavli pür-savâb
*
Böyle
yazmış sahib-i Faslu’l-Hitâb
Altı
kez verdiler âna zehr-tâb
*
Böyle
yazmış sahib-i Faslu’l-Hitâb
Kim
ânın naklinde yoktur irtiyâb
Lâmiî
Çelebi’nin şahsî kütüphanesinde bulunan bu eser, bütün kitaplarıyla birlikte
Bursa Belediye Kütüphanesi’ne nakledilmiştir.[16]
Lâmiî
Çelebi’nin Faslu’l-Hitâb’a gönderme yaptığı bölümlerin ilkinde konu, Yezid’e
lanet meselesidir. Hâce Muhammed Pârsâ eserinin bir bölümünü Resulullah’ın
Ehlibeyt’ini ve ashâbı sevmek konusuna ayırmışsa da bu bölümde doğrudan Yezid’e
lanet meselesini işlememiştir.[17]
Faslu’l-Hitâb’ın ikinci kez
zikredildiği beyitte konu, Hz. Hasan’ın zehirlenmesi hadisesidir. Lâmiî
Çelebi’nin Hz. Hüseyin’in Hz. Hasan’a katilini sorması, Hz. Hasan’ın
gammazlığın Ehlibeyt’e yakışmayacağını söyleyerek susmayı tercih etmesine dair
anlatısının kaynağı da yine Faslu’l-Hitâb’dır.[18]
Müellifimizin
esere son kez gönderme yaptığı bölümde ise konu, Hz. Ali’nin Kerbelâ’da şehid
olan oğullarıdır.[19]
Lâmiî
Çelebi, Faslu’l-Hitâb dışında bir kitap adı zikretmez; ancak andığı
birkaç müellif ve ravî adı bize kaynakları hakkında bilgi verir. Bunlar, Vâkıdî
(öl. 207’den sonra) ile Saîd b. Cübeyr’dir (öl. 94).
Müellifimiz
Vâkıdî’den şöyle söz eder:
Böyle
kılmıştır rivayet Vâkıdî
Ol
belâgat dürrlerin nâkıdı
Lâmiî Çelebi, maktelinin Vâkıdî’yi kaynak gösterdiği
bölümünde Şimr’in Hz. Hüseyin’in mübarek kesik başını Kufe’deki evine
götürmesini ve orada kesik başı alıp temizleyen, ona hürmet eden Şimr’in hanımının
başına gelen mucizevî olayları anlatır. Lâmiî Çelebi’nin buradaki kaynağı
Abdurrahman Camî’nin Şevahidü’n-nübüvve’si değil de kendi tercümesidir. Çünkü
Molla Camî’nin eserinde böyle bir rivayet bulunmamaktadır. Lamiî Çelebî,
kendisi de bir maktel-i Hüseyin müellifi olan Vâkıdî’nin bu rivayetini bir
kaynakta görmüş, rivayeti önce Şevahidü’n-nübüvve tercümesinde (tercüme tarihi:
hicrî 915) nakletmiş, daha sonra maktelinde kullanmış olmalıdır.
Saîd bin Cübeyr’den ise şöyle söz eder:
Nakl kılmıştır Saîd bin Cübeyr
Ol saâdet-rehnemûnu ehl-i hayr
Saîd bin Cübeyr’in rivayetine göre Allah, Hz.
Peygamber’e, Hz. Yahya’nın katlinden dolayı yetmiş bin insanı helak ettiğini,
oğlu Hüseyin için ise iki katını helak etmeye razı olduğunu bildirir. Lamii
Çelebi bu rivayeti Molla Abdurrahman Camî’den nakletmiştir. Ancak
Şevahidü’n-nübüvve’nin Farsça orijinalinde rivayet Saîd b. Cübeyr tarikiyle İbn
Abbas’tan rivayet edilir.[20]
Maktel-i Âl-i Resul’de anlatıldığı sıraya göre Lamiî
Çelebi’nin Abdurrahman Cami’den alıntı yaptığı rivayetler şunlardır:
Zeyd bin Erkâm’ın kesik başların Kur’ân okumasına dair
rivayeti; İbn Ziyâd’ın kesik başının burnuna bir yılanın defalarca
girip çıkmasına rivayet; Şimr’in Hz. Hüseyin’in çadırlarının yağmalanması
sırasında bir miktar altın bulması ve kuyumcuda bozdurmak isterken altınların
erimesine dair rivayet; Hz. Peygamber’in Ümmü Seleme’ye bir avuç kızıl toprak
emanet etmesine dair rivayet; Hz. Peygamber’in oğlu İbrahim’i Hz. Hüseyin’e fidye
vermesine dair rivayet.
Sadece Lamii Çelebi’nin Şevahidü’n-nübüvve Tercümesi’nde
bulunan rivayetler şunlardır: Kemerbendini almak için Hz. Hüseyin’in parmaklarını
kesmeye cüret eden ve bu yüzden yüzü simsiyah kesilen deveciye dair rivayet; şehadetinden sonra Hz. Hüseyin’in devesini kesip pişiren,
ancak et acıdığı için yiyemeyen birkaç alçağa dair rivayet.
Müellifimiz, Faslu’l-Hitâb’ı
üçüncü kez zikrettiği beytin devamında Kâsım bin Hasan adında birinden
bahseder. Faslu’l-Hitâb’da ve Şevâhidü’n-Nübüvve’de adına
rastlamadığımız bu zatın kim olduğunu tespit edemedik.
Lâmiî Çelebi’nin adını andığı bir başka müellif İstanbul’un
ilk kadısı Hızır Bey’dir (öl. 863):
Fâzıl-ı Rûm Hızır Bey bin Celâl
Nazm içinde gösterip sihr-i helâl
Hızır Bey’in, Lamiî Çelebi’nin beyitte manzum olduğuna
işaret ettiği eseri Kaside-i Nûniyye’sidir. Müellifimiz burada kasidenin
(Yazıcıoğlu’nun neşrine göre) 94-95. beyitlerini nakletmiş ve nazmen tercüme
etmiştir.[21]
Burada konu, bizim aşağıda ele alacağımız Yezid’e lanet meselesidir.
Yezid’e Lanet Etme
Meselesi
Allah’ın bağış ve merhametinden uzak olmak anlamına gelen
ve la’n kökünden türeyen lanet, sözlükte “kovmak, uzaklaştırmak, iyilik ve
faydadan mahrum bırakmak” anlamına gelir. Kur’ân-ı Kerim’de kırk bir yerde
geçen lanet kavramı Allah’a, Resulü’ne, meleklere, diğer peygamberlere ve
insanlara izafe edilmiştir.[22]
Yezid bağlamında lanet meselesi Ehlisünnet âlimleri
arasında ihtilaf doğurmuştur. Bu konudaki ilk tartışmanın İbnü’l-Cevzî (öl.
597) ile Abdulmuğis b. Züheyr Hanbelî
Bağdadî (öl. 583) arasında gerçekleştiği rivayet edilir. Abdulmuğis Yezid’e
lanetin caiz olmayacağını iddia edince, İbnü’l-Cevzî er-Red
alâ’l-Mutaassıbi’l-Anîd adında bir risale kaleme alarak Yezid’e lanetin
gerekli olduğunu ileri sürmüştür.[23]
Adnan Demircan konuyu detaylarıyla işlediği makalesinde Yezid’e
lanet etme çerçevesinde Sünnî âlimleri iki gruba ayırmıştır.[24]
Aslında makalede üç gruptan söz edilir: Yezid’e laneti caiz gören âlimler,
lanet okunmasına karşı çıkan âlimler ve bu hususta susmayı tercih eden âlimler.
Makalenin Yezide lanet okunmasını uygun görmeyen âlimler bölümünde yalnızca iki
isimden söz edilir: Gazzâlî (öl. 505) ve İbn Teymiyye (öl. 728). Bu ikisinden
ilki Yezid hakkındaki tereddütlerinden dolayı ikircikli bir tavır sergilemeyi
uygun görürken[25],
İbn Teymiyye daha ziyade müdafi konumundadır. [26]
Lanet meselesinin Ehlisünnet dünyasındaki tarihsel arka
planında hep bir hoşgörü hâkim gibidir. Fakat bizim araştırma konumuz olan
makteller, özellikle de Lâmiî Çelebi’nin Maktel-i Âl-i Resûl’ü çerçevesinde
durum hiç de böyle değildir.
Müellifimiz maktelinde lanet meselesine geniş yer verir.
Lâmiî Çelebi lanet etme meselesine girmeden önce dinde ölçütün Ehlibeyt
muhabbeti olduğunu vurgular. Allah’ı sevmek Resul’ü sevmek; Resul’ü sevmek ise
Ehlibeyt’i sevmektir. Ehlibeyt’i sevmeyen bir kimse Allah’ın rahmetinden
uzaklaştırılır ve dinden çıkıp küfre girer ve Mârika’dan olur:
Ânları sevmek Resûl’ü sevmedir
Dîn içinde doğru yolu sevmedir
Sevgisidir hûd Resûl’ün hubb-i Hakk
Hubb-i Hakk’dır âleme düngün sebak
Bu sebakdır menba-i ilmü’l-yakîn
Bu sebakdır reh-nümâ-i müttakîn
Pes muhabbet asl-ı dîn oldu bilin
Dîn gerekse âna göre iş kılın
Oldu dîn ehline etmek revâ
Hubb-i evlâd-ı Resûl’ü pişvâ
Bunları red eyleyen merdûd olur
Rahmet-i Hakk’dan ebed matrûd olur
Küfrü hakkında Nebî’den var hadîs
Mârikindir diye ol kavm-i habîs
Mârika, Hâricîler için muhalifleri tarafından kullanılan
ve dinden çıkmış anlamına gelen bir isimdir. [27]
Lâmiî Çelebi’nin dinden çıkmış anlamına gelen bu sözcüğü kullanması manidardır;
zira lanet etme meselesi hakkında Hâce Muhammed Pârsâ’yı ve Hızır Bey’i kaynak
göstererek Sünnî ulemânın görüşlerini naklettikten sonra tavrını lanet etmekten
yana koyarken görüşünü bu inanç üzere temellendirir gibidir. Yezid’i ve
taraftarlarını Mârika’dan sayarak ötekileştirmiş ve dolayısıyla laneti
meşrulaştırmıştır:
Ey diriğâ lîk kanı ihtiyâr
Nâgehânî zikr olucak ol şirâr
Levh-i dilden hak olup bu kîl ü kâl
Terk-i lânet etmeğe kılmaz mecâl
Ayrıca Lâmiî Çelebi, Yezid’in aslında Hz. Hüseyin’in
katledilmesini istemediğini ileri süren âlimlere cevap verir gibi şöyle der:
Erdiler âhir Yezid’in katına
Rûzegârın kıl nazar afâtına
Hâka yüz vurup duâlar sonuna
Kodular başı o kelbin önüne
Eyleyip evlâdı bir bir arz âna
Söylediler kıssayı önden sona
Görücek şâhın serin ol bed-fiâl
Zâhir gösterdi halka infiâl
Dedi gönderttim mi size ben haber
Kim ânı katl edesiz ey ehl-i şer
Tutup ânı gönderin dedim bana
Biatın alıverin dedim bana
Olmuş emrimden tecâvüz ey derîğ
Uymamışsız söze düpdüz ey derîğ
Ger sözünde ânın olsa sıdka yol
Cümlesin birine katl eylerdi ol
Diğer Türkçe maktellerde de müellifler Yezid’e (ve
taraftarlarına) lanet etme bağlamında benzer çekinceler yaşamış, ancak hemen
hemen hepsi lanet etmeyi tercih etmiştir.[28]
Söz gelimi Lâmiî Çelebi ile aynı gelenekten gelen Yahya b. Bahşî de Yezid’e ve
taraftarlarına lanet etme konusundaki görüşlerini maktelinde şöyle dile
getirir:
N'eyledi gör âna ol itten kötü
Pes âna nice etmeyeler laneti
İş bulardır âna lanet ettiren
Ehl-i İslâm'ı bu yola gittiren
Bunun üzre nice olmaz la’an âna
Nice etmez kimse dahl ü ta’an âna[29]
Lâmiî Çelebi gibi Yahya b. Bahşî de Yezid’i ve
taraftarlarını Hâricî olarak isimlendirerek ötekileştirir ve böylelikle onlara
laneti meşrulaştırır.[30]
Maktel-i Âl-i Resul’ün Muhtevası
Maktel,
Allah’a hamd, Hz. Peygamber’e, Ehl-i Beyt’ine ve ashâbın büyüklerine salât ve
selâm ile başlar. Sinân Bey’in teşvîkinden söz eder. Tekrar Ehl-i Beyt’e
tazîmde bulunur, onların sevgisi hakkında vârid olan hadîslere değinir. Yezid’e
ve askerlerine lânet hakkındaki muhtelif görüşleri dile getirdikten sonra bu
konudaki görüşünü şu şekilde ifâde eder: “Levh-i dilden hak olup bu kîl ü kâl/
Terk-i lânet etmeğe kılmaz mecâl”
Birinci bölümde Osmân’ın öldürülmesi, Hz. Ali’nin halîfe olması ve Muâviye’nin Hz. Ali’nin halîfeliğine karşı çıkması anlatılır. Muâviye, Osmân’ın öldürülmesinden Hz. Ali’yi sorumlu tutar. O bu hareketiyle âlemi fitne ile doldurur. Hz. Ali her şeye rağmen İslâm’ın maslahatı için sulh yolunu benimser. Ama fitnenin yayıldığını görünce savaşmaktan başka yol olmadığını anlar. Bunun üzerine, Cemel’de ve Nehrevân’da fitnecilerle savaşır [Lâmiî Çelebî sadece bu iki savaşa değinir]. Sonunda Hz. Ali, İbn Mülcem tarafından şehid edilir. Hz. Ali’nin şehâdetinden sonra Hz. Hasan İmam olur. Fitneciler Hz. Hasan döneminde de boş durmazlar. Bunun üzerine Hz. Hasan, İslâm’ın maslahatı için Şâm ehli ile [Muâviye] barış imzâlar ve Medîne’ye çekilir. Ama fitneciler eşini aldatarak ona Hz. Hasan’ı zehirlettirirler. Hz. Hüseyn yatağa düşen ağabeyini ziyârete gelir. O’ndan kendisini zehirletenlerin kimler olduğun beyân etmesini ister. Ancak Hz. Hasan söylemez.
İkinci bölümde Muâviye’nin Halkı Yezid’e biate zorlaması, Hz. Hüseyn’in Yezide biat etmemesi, Medîne’den Mekke’ye gidişi ve Müslim b. Akîl’in şehâdeti anlatılır. Ölümünün yaklaştığını hisseden Muâviye, kendisinden sonra oğlu Yezid’in halîfe olmasını ister. Oğlu Yezid’e biat toplamak için vâlilerine mektuplar gönderir. Beş kişi Yezid’e biat etmeyi kabul etmez. Bunlar; Hz. Hüseyn, İbn Abbâs, İbn Zübeyr, İbn Avâm ve Abdurrahman’dır. Muâviye onların biat etmediklerinden haberdârdır. Bunu bir isyân olarak görmez, ama tedbîr alır. Muâviye öldükten sonra oğlu Yezid halîfe olur. Babasının aldığı biatlerin yenilenmesini ister. Şâm, Horâsan ve Irak ehli biatlerini yenilerler. Ancak yukarıda adlarını zikrettiğimiz beş kişi yine biat etmez. Durumu haber alan Yezid, Medîne vâlisi Velîd b. Utbe’ye mektup yazıp onlardan biat almasını, aksi takdîrde başlarını kendisine getirmesini ister. Velîd, Yezid’in mektubunu onlara okur ve onlardan ertesi gün mescitte biat etmelerini ister. Ertesi gün tekrar buluşmak üzere ayrılırlar. O gece her biri Mekke’ye doğru yola koyulur. Durumu haber alan Velîd arkalarından ordu gönderir, ancak bir sonuç alamaz. Durumu Yezid’e bildirir. Bunun üzerine Yezid, Mekke’ye İbn Zübeyr komutasında bir ordu gönderir. Hediyelerle Mekke halkının biatini alan İbn Zübeyr, Mekke vâlisi Hâris b. Hâlid’i azleder. İki gün sonra İmam Hüseyn Mekke’ye ulaşır. Bir süre Mekke’de gizlenir. İbn Zübeyr durumdan haberdâr olunca Kûfe halkı Hz. Hüseyn’i Kûfe’ye davet eder. Hz. Hüseyn, bilgi toplaması için Müslim b. Akîl’i Kûfe’ye gönderir. Müslim, gizlice Kûfe’ye gider. Kûfe halkından İmam Hüseyn adına biat alır. Mekke’ye bir elçi gönderip Hz. Hüseyn’e durumu haber verir. Bunun üzerine İmam Hüseyn, Kûfe’ye gitmeye karar verir. İbn Abbâs O’na engel olmak ister, ancak İmam onu dinlemez. İmam yoldayken Kûfe’de bazı gelişmeler olur. Abdullah adındaki bir Yezid taraftarı Kûfe vâlisine Müslim’in Kûfe’de olduğunu haber verir. Kûfe vâlisi Numân b. Beşîr ona itibâr etmez. Bunun üzerine Abdullah, Yezid’e mektup yazar. Yezid, Basra vâlisine mektup yazıp, ondan Müslim’i öldürmesini ister. Basra vâlisi İbn Ziyâd, Mekkeliler gibi giyinip kendisini İmam’a benzeterek Kûfe’ye girer. Numân ve halk İmam’ın geldiğini zanneder. Numân ona kapıyı açmak istemez. Bunun üzerine İbn Ziyâd kendisini tanıtır. Müslim’in peşine düşer ve O’nu öldürür.
Üçüncü bölümde İmam’ın
Irak’a gidişi, İbn Ziyâd’ın Ömer b. Sa’d’ı İmam’ın üzerine göndermesi ve Hürr
b. Yezid’in Mekke’ye geri döndürmek için İmam’ın yolunu kesmesi anlatılır. İmam,
Müslim’in katlinden habersiz Kûfe yolundadır. İbn Ziyâd, Ömer b. Sa’d
komutasında bir ordu gönderip İmam’ın Kûfe’ye girmesini engeller. İbn Sa’d, İmam’a
Yezid’in mektubunu okuyunca yolunu değiştirir, Kâsidiye’de karar kılar. İbn
Sa’d İmam’ın ardından Hürr b. Yezid’i gönderir. Hürr, İmam’dan teslîm olmasını
ister. Diğer tarafta Yezid, İbn Ziyâd’a mektup yazıp acele etmelerini ister. İbn
Ziyâd mektubu İbn Sa’d’a bildirir. İbn Sa’d da Hürr’e elçi gönderip durumu
bildirir. Hürr, İmam’a gitmesi için mühlet tanır. İmam gece karanlığında yola
koyulur. İmam’a yol gösteren kılavuz yolu şaşırıp onları Kerbelâ’ya götürür. İmam
Kerbelâ’da karar kılar. Çadırlar kurulup, hendekler kazılır.
Dördüncü bölümde
Ömer b. Sa’d’ı Kerbelâ’ya ulaşması ve İbn Ziyâd’ın Şimr’i göndermesi anlatılır.
İbn Sa’d ordusuyla İmam’ın ardına düşer. İmam’ın yanında, aile efrâdı da dahil
yetmiş kişi vardır. İbn Sa’d, İmam’ın huzûruna çıkar ve O’ndan biat etmesini
ister. İmam ona üç teklîfte bulur; Mekke’ye gitmesine izin vermeleri veya
dedesine kavuşması veyahut Şâm’a gidip Yezid’le konuşmak. İbn Sa’d, İbn Ziyâd’a
mektup yazıp İmam’ın sözlerini aktarır. İbn Ziyâd kabul etmez, İmam’ın teslîm
olmasını ister. İmam râzı olmaz. Böylece bir hafta geçer. Bunun üzerine İbn
Ziyâd, Şimr’i gönderir. Şimr, İbn Ziyâd’ın hükmünü İbn Sa’d’a iletir. İbn Sa’d
komutayı Şimr’e devretmek istemez, hemen ordusunu düzene sokar. Bu durumu gören
İmam, savaşın ertesi gün başlamasını ister. Şimr mühlet vermek istemez, ama
ordusundakilerin seslerini yükseltmeleri üzerine mecbûr kalır. Bu esnâda
Fırât’ın önüne adam yerleştirir. İmam ve ashâbı çok susamıştır. İmam, kardeşi
Abbâs’ı su getirmesi için gönderir. Abbâs, elli kişiyle Fırât’ın kenarına
gider, ancak düşman ordusu su almalarına izin vermez. İmam ve ashâbı o gece
susuz yatar. İmam ashâbına bir konuşma yapar. Düşmanın kendisini istediğini,
onlarla bir işleri olmadığını, dilerlerse gecenin karanlığından yararlanıp
kaçabileceklerini söyler. Ashâb İmam’ı bırakıp gitmek istemez. İmam o gece
rüyâsında Hz. Peygamber’i görür. Hz. Peygamber O’na ertesi gün şehid olacağını
haber verir.
Beşinci bölümde
Âşûrâ günü vukû bulan savaş ve İmam’ın ve ashâbının şehâdeti anlatılır. Savaş
başlamadan önce İmam, düşman ordusuna hitâben bir konuşma yarar. Konuşmasında
kendisini tanıtıp, onları uyarır. Ancak bir fayda vermez. Savaşın kesinleşmesi
üzerine İmam, kadınları ve çocukları korumak için kazılan hendeklerin
tutuşturulmasını ister. Karşı taraftan İbn Cu’de, İmam’a doğru atını sürerek
O’na yanıldığını söyler. İmam ona bedduâ edince İbn Cu’de atından düşer. Ayağı
atın terkisine takılır, sürüklenir ve hendeğe düşüp ölür. Bu olayı müşâhede
eden Hürr b. Yezid, İmam’ın safına katılır. Savaş Ömer b. Sa’d’ın attığı bir ok
ile başlar. Hürr birçok savaşçıyı öldürüp şehid olur. Bu sırada öğle vakti
girer. Düşman namaz için savaşa ara vermeyince İmam ashâbı ile namaz kılar.
Namazdan sonra İmam savaş meydanına çıkmak ister. Ashâbı izin vermez, birer
birer çıkıp savaşır ve şehid olurlar. Ashâbın şehid olması üzerine İmam’ın aile
efrâdı savaş meydanına çıkar. Ehl-i Beyt’ten on beş kişi Kerbelâ’da şehid olur.
İlk olarak İmam’ın on sekiz yaşındaki oğlu Ali Ekber şehid olur. İmam’ın Ali
adındaki diğer oğlu [Zeyne’l-Âbidîn] hasta olduğundan savaşamaz. İmam’ın aile
efrâdını öldüren Yezid ordusu sevinç gösterileri yapar. O sırada İmam’ın
kundaktaki oğlu Abdullah ağlamaya başlar. İmam onu kucağına alıp dışarı çıkar.
Düşmandan biri Abdullah’a nişan alıp bir ok atar. Ok, Abdullah’ın boğazına
saplanır. Bu esnâda Şimr çadırlara saldırmak ister. İmam, Allah’tan
korkmuyorsanız bari Arap geleneklerine bağlı kalın da çadırlara saldırmayın
der. Bunun üzerine İbn Sa’d, Şimr’e engel olur. İmam iyice susar. Su içmek
ister. Şimr ordusuna O’na engel olmalarını emreder. İmam eline geçen bir miktar
suyu içerken düşmanın attığı ok ağzına isâbet eder. Sonra İmam’ı ok yağmuruna
tutarlar. İmam aldığı otuz üç darbe ile şehid olur.
Altınca bölümde
Şimr’in İmam’ın başını kesmesi ve bunun ardından meydana gelen mucizevî olaylar
ile Ehl-i Beyt’in tutsak edilmesi anlatılır. İmam şehid olmuş, yerde
yatmaktadır. Şimr atıyla İmam’ın yanına gelir ve atından inip İmam’ın başını
ensesinden keser. Bu olay, hicrî 61 yılının Âşûrâ günü vukû bulur. Şimr, İmam’ın
başını kestikten sonra mucizevî birtakım olaylar olur; gökten kan yağar ve
gökyüzü uzun bir süre kızıla bürünür.
Ömer b. Sa’d askerlerin Ehl-i Beyt’e zarar vermesini engeller, ama
eşyaları yağmalanır. Bu sırada Şimr, İmam Zeyne’l-Âbidîn’i görür ve O’nu
öldürmek ister. Bunu gören Ümmü Külsüm ve Zeyneb feryâd ederler. Ömer b. Sa’d,
Şimr’e engel olur. Eğer öldürülecekse bunu İbn Ziyâd yapsın der. O gece
Kerbelâ’da kalırlar. Ertesi gün sabah erkenden Kûfe’ye doğru hareket ederler.
Ehl-i Beyt’ten on iki kadın tutsak edilmiştir. Şimr ve Ömer gidince askerler şehidlerin
elbiselerini yağmalayıp, onları bir yere defnederler. Şimr, tutsaklar ve
başlarla Kûfe’ye erişir. İmam’ın başını o gece kendi evine götürür. Karısı İmam’ın
başından bir nûrun yayıldığını görünce Şİmr’i uyandırıp başın kimin başı
olduğunu sorar. Şimr, İmam Hüseyn’in başı olduğunu söyleyince kadın ağlamaya
başlar. Şimr uyuyunca başı saklar. Sabahleyin başı yerinde göremeyen Şimr
karısına sorar. Kadın başı vermek istemez ve Şimr’e hakaret eder.
Yedinci bölümde İmam’ın
başının ve tutsakların Kûfe’de İbn Ziyâd’a iletilmesi ve oradan Şâm’a Yezid’e
gönderilmesi anlatılır. Şimr karısını öldürüp başı alır ve İbn Ziyâd’a götürür.
İbn Ziyâd, İmam’ın başını görünce sevinir. Elindeki çubukla İmam’ın başına
vurur. Orada bulunan Zeyd b. Erkam karşı çıkar. Hz. Peygamber’in İmam Hüseyn
hakkında söylediklerini hatırlatır. İbn Ziyâd, halka orduyu karşılamalarını
emreder. İmam’ın başı bir süngüye takılır ve tutsaklarla birlikte bir müddet
Kûfe sokaklarında dolaştırılır. Bu esnâda İmam’ın başı Kehf sûresinin dokuzuncu
ayetini okur. İmam’ın başını ve tutsakları gören Kûfe halkı ağlar. İbn Ziyâd,
tutsaklarla karşılaşınca İmam Zeyne’l-Âbidîn’i görür. Cellâdı çağırıp O’nu
öldürtmek ister. Zeyneb ve Ümmü Külsüm feryâd edip karşı çıkarlar. Bunun
üzerine İbn Ziyâd hepsini Yezid’e gönderir. İmam’ın başı ve tutsaklar Yezid’in
önüne çıkarılır. Yezid İmam’ın başını görünce, sözde kendisinin böyle bir şey
istemediğini söyler. Yezid, bir tepsiye konulan İmam’ın başına elindeki gürz
ile vurur. Bunu gören bir sahâbe ona Hz. Peygamber’in İmam Hüseyn hakkında
söylediği sözleri hatırlatarak itiraz eder. Halktan çekinen Yezid tutsakları
Mekke’ye gönderir.
Sekizinci bölümde
İmam Hüseyn şehid olduktan sonra İmam’ın parmaklarını kesmeye cüret eden bir
deve çobanının hikâyesi anlatılır. Mekke’de simsiyah olmuş bir adam feryâd edip
dövünür. Etrafındakilerden Ehl-i Beyt’e nasıl ulaşacağını sorar. Halk ona kim
olduğunu sorunca adam, babasının adını ve kendi adını söyler. Halk bunu
öğrenince şaşırır. Çünkü adını söylediği kişi çok yakışıklı birisidir. Adam o
kişi olduğuna dair yemîn eder ve başından geçenleri anlatır: Adam İmam
Mekke’den Kûfe’ye giderken O’nun develerinin çobanlığını yapmıştır. İmam İranlı
hanımı ile evlenince İran şahı İmam’a değerli bir kemer hediye eder. O, İmam şehid
olunca o kemeri almak ister. İmam sağ eliyle adama vurur. O da İmam’ın göğsüne
bastırıp, İmam’ın parmaklarını keser. O esnâda kendisine doğru gelen bir
topluluk görür ve gizlenir. Gelenler bir bir kendilerini tanıtır: Önde Hz.
Peygamber, ardında Hz. Fâtıma, Hz. Hamza, Câfer-i Tayyâr, Hz. Ali ve Hz. Hasan
vardır. Hepsi İmam’ın etrafında toplanıp ağlaşırlar. Sonra Hz. Peygamber, İmam’ın
başını ister ve yerine koyar. İmam’ı öldürenlere bedduâ eder. Bu sırada İmam’ın parmaklarının kesik
olduğunu görür ve İmam’a bunu kimin yaptığını sorar. İmam adamı işâret eder.
Hz. Peygamber’in çağırması üzerine adam oraya yaklaşır. Hz. Peygamber ona
rengin değişsin diye bedduâ eder. Bunun üzerine adam simsiyah olur.
Dokuzuncu bölümde
Hz. Peygamber’in ve Hz. Ali’nin muhâliflerin helâk olacağına dair verdiği
müjdeden bahsedilir. Lâmiî Çelebî bu bölümde, Muhtâr Sekâfî’nin hurûcunu
anlatır. Saîd b. Cübeyr’in Hz. Peygamber’den naklettiği bir kudsî hadîse
değinir. Hadîse göre Allah Cebrâil’i nâzil edip Hz. Peygamber’e şöyle
buyurmuştur: “Yahyâ Peygamber için yetmiş bin kişiyi öldürdüm, oğlun Hüseyn
için iki yüz yetmiş bin kişiyi öldüreceğim.” Daha sonra Hz. Ali’den nakledilen
bir hadîs gelir: “Oğlum Hüseyn şehid olduktan sonra çok geçmeden saltanat
ehlinden bir köle çıkıp O’nu öldürenlerden intikâm almak için üç yüz seksen üç
bin kişiyi katledecektir. O pehlivânın adı nedir? diye sorulduğunda: Muhtâr’dır
buyurdu.” Hz. Hüseyn’in şehâdetinin üzerinden çok geçmeden Yezid sarayında bir
içki meclisi düzenler ve orada sarhoş olup ölür. Bir süre sonra Muhtâr Tâif’den hurûc edip Şimr’i ve Ömer b.
Sa’d’ı öldürür, İbn Ziyâd’ın başını kestirir. Sonra Medîne’ye çekilip yas tutan
Muhammed b. Huneyf’e biat eder. Lâmiî burada İbn Ziyâd’ın ölümüyle ilgili bir
kıssaya başlar: Muhtâr, İbn Ziyâd’ın başını kestirdikten sonra onu ve
diğerlerinin başlarını Kûfe mescidine asar. O sırada bir yılan çıkagelir ve
başlar arasından süzülüp İbn Ziyad’ın başının yanına gider. Burnundan girip bir
süre başın içinde kaldıktan sonra çıkıp gider. Sonra tekrar döner ve yine aynı
yerden başın içine girer ve bunu birkaç kez tekrarlar. Lâmiî bunu şöyle
yorumlar: Dirliğinde hayya-idi halka ol/ Ölücek mağzına hayya buldu yol.
Onuncu ve son
bölümde Hz. Peygamber’in bir gece Medîne’den Kerbelâ’ya gitmesi ve evlâdının
kanlarını toplayıp Ümmü Seleme’ye emânet etmesi ve oğlu İbrâhîm’i İmam Hüseyn’e
fidye vermesi anlatılır. Bir gece Hz. Peygamber alelacele evinden çıkar ve çok
geçmeden bir avuç toprakla geri döner. Ümmü Seleme, Hz. Peygamber’e elindekinin
ne olduğunu sorar. Hz. Peygamber şöyle cevap verir: Beni Irak adında bir yere
götürdüler. Orada bana Kerbelâ adında belâ dolu bir yer gösterildi ve oğlum
Hüseyn’in orada şehid olacağı söylendi. Ben de onların kanlarını topladım. Bunu
al, sakla. Ümmü Seleme toprağı alır ve bir şişenin içine koyar. Her gün şişeyi
kontrol eder. Muharrem ayının onu, Âşûrâ günü geldiğinde toprağın kana
dönüştüğünü görür ve İmam Hüseyn’in şehid olduğunu anlar. Ancak düşmanı
sevindirmemek için bir müddet bu haberi saklar.
İkinci rivayet
Hz. Peygamber’in oğlu İbrâhîm ile ilgilidir. Bir gün Hz. Peygamber sağ dizine
Hüseyn’i, sol dizine İbrâhîm’i oturtup onları severken Cebrâil nâzil olur ve
Allah’ın güneş ile ayın bir evde bir araya gelmesini istemediğini, bu yüzden
ikisinden birini almak istediğini söyler. Bunun üzerine Hz. Peygamber, eğer Hüseyn’i
alırsa hem kendisinin hem de Ali ve Fâtıma’nın canının yanacağını; İbrâhîm’in
alınmasının ise en çok kendisini üzeceğini söyleyerek İbrâhîm’i almasını ister.
Bu olaydan sonra güneş ile ay [Hüseyn ile İbrâhîm] üç gün daha bir arada kalır.
Ertuğrul Ertekin
Ertuğrul Ertekin
* Metin And, Ritüelden Drama, İstanbul 2002, s. 328.
[1] Kaynaklarda doğum tarihi geçmemektedir; ancak Lâmiî Çelebi, Şerefü’l-İnsan adlı eserinde 933 yılında 55 yaşında olduğunu kaydetmiştir. Buna göre doğum tarihi 877’dir. Bkz. Abdülkadir Karahan, “Lâmi’î”, İA, c. 7, s. 10.
[1] Kaynaklarda doğum tarihi geçmemektedir; ancak Lâmiî Çelebi, Şerefü’l-İnsan adlı eserinde 933 yılında 55 yaşında olduğunu kaydetmiştir. Buna göre doğum tarihi 877’dir. Bkz. Abdülkadir Karahan, “Lâmi’î”, İA, c. 7, s. 10.
[2] Taşköprüzâde, age., s. 380; Âşık Çelebi, age.,
c. 2, s. 745; Mecdî Mehmed Efendi, age., c. 1, s. 432; Sehî Bey, Tezkire
(Heşt Bihişt), İstanbul 1980, s. 104; Kınalızâde Hasan Çelebi, Tezkiretü’ş-Şuarâ,
haz. İbrahim Kutluk, Ankara 1981, c. 2, s. 831.
[3] Abdülkadir Karahan, agm., s. 12.
[4] Âşık Çelebi, age., c. 2, s. 746; Bursalı
Mehmed Tahir, Osmanlı Müellifleri,
Ankara 2000, c. 2, 492; Sehî Bey, age., s. 104; Kastamonulu
Latifî, Tezkire-i Latifî, Dersaadet 1314, s. 291; Kınalızâde Hasan
Çelebi, age., c. 2, s. 831. İsmail Beliğ, Câmî-i Sânî şeklinde niteler,
bkz. İsmail Beliğ, Tarih-i Bursa (Güldeste-i Riyâz-ı İrfan ve Vefeyât-i
Danişverân-i Nadiredân), Bursa 1302, s. 177.
[5] Mustafa Âlî, Künhü’l-Ahbâr’ın Tezkire Kısmı,
haz. Mustafa İsen, Ankara 1994, s. 266-267.
[6] İsmail Beliğ, age., s. 178; ayrıca bkz. Günay Kut,
“Lâmiî Çelebi”, TDVİA, c. 27, s.
96. Taşköprüzâde 937/1531 veya 938/1532’de vefat ettiğini yazar bkz.
Taşköprüzâde, age., s. 381. Âşık Çelebi ve Mecdî Efendi, Lâmiî
Çelebi’nin ölüm tarihini 940/1535 olarak verirler bkz. Âşık Çelebi, age.,
c. 2, s. 748; Mecdî Mehmed Efendi, age., c. 1, s. 432.
[7] Âşık Çelebi, age., c. 2, s. 748; Mecdî Mehmed
Efendi, age., c. 1, s. 432.
[8] Bkz. Sadettin Eğri, Lâmiî Çelebi Şerefü’l-İnsân
(İnceleme-Metin), Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi,
Ankara 1997, s. 40-41.
[9] Sinan Bey hakkında kaynaklarda bir bilgiye
rastlamadık.
[10] Âşık Çelebi, age.,
c. 2, s. 749. Aynı olay benzer anlatımlarla başka tezkirelerde de geçer: bkz.
Kınalızâde Hasan Çelebi, age., c. 2, s. 832; Beyanî Mustafa b. Carullah,
Tezkiretü’ş-Şuarâ, haz. İbrahim Kutluk, Ankara 1997, s. 237.
[11] Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı
İmparatorluğu’nda Marjinal Sufilik: Kalenderîler, Ankara 1999, s. 108.
[12] Helga Anetshofer,
“Meşâirü’ş-Şu‘arâ’da Toplum-tanımaz Sapkın Dervişler”, Âşık Paşa ve Şairler Tezkiresi Üzerine,
Derleyen: Hatice Aynur-Aslı Niyazioğlu, İstanbul 2011, s. 89-91.
[13] Helga Anetshofer, agem.,
s. 91-93.
[14] Aşçızâde Hasan Çelebi
hakkında bkz. Taşköprüzâde, age., s. 397; İsmail Beliğ, age., s.
291-292.
[15] Âşık Çelebi, age.,
c. 2, s. 749.
[18] Hâce Muhammed Pârsâ, age.,
s. 538; a.mlf. Tevhide Giriş, s. 530.
[21] Bkz. Mustafa Sait
Yazıcıoğlu, “Hızır Bey ve Kaside-i Nûniyye’si”, Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, c. 26, Sayı: 1, Ankara 1983, s. 588.
[22] Kamil Yaşaroğlu, “Lanet”, TDVİA, c. 27, s. 101.
[22] Kamil Yaşaroğlu, “Lanet”, TDVİA, c. 27, s. 101.
[23]Ünal Kılıç, Tartışmaların Odağındaki Halife Yezîd
b. Muâviye, İstanbul 2001, s. 413.
[24] Adnan Demircan, “Ehl-i Sünnet Âlimlerine Göre Emevî
Halifesi Yezîd b. Muâviye’ye Lanet Okunması Meselesi”, Lanet Kitabı,
Editör: Emine Gürsoy-Naskali, İstanbul 2009, s. 111-123.
[25] Adnan Demircan, agm., s. 116; ayrıca bkz. Ünal
Kılıç, age., s. 416-417.
[26] Adnan Demircan, agm., s. 117-118; ayrıca bkz. a.mlf.,
“İbn Teymiye’ye Göre Yezîd b. Muâviye’nin Durumu”, Harran Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, Şanlıurfa 1996, Sayı: 2, s. 131-137.
[27] Mârika, muhalifleri tarafından Hâricîler için
kullanılan bir isimdir ve dinden çıkmış anlamına gelir bkz. Ethem Ruhi Fığlalı,
“Hâricîler”, TDVİA, c. 16, s. 169.
[28] Bkz. Özlem Demirel, “Maktel-i Hüseyinlerde Beddua”, Lanet
Kitabı, Editör: Emine Gürsoy-Naskali, İstanbul 2009, s. 137-150.
[29] Yahya b. Bahşî, Maktel-i Hüseyin, varak: 58a.
[30] Yahya b. Bahşî maktelinde Yezîd ve taraftarlarına hâricî, Hz. Hüseyin
ve dostlarına sünnî der. “Pes ağlan imdi müminler seçilsin sünnî hâricîden
/Hasan'dır şol ağu içip ciğerciği çıkan içten” beyitinde tarafların ayrışmasını
ister, bkz. Yahya b. Bahşî, age., varak: 17a-17b. Kerbelâ Olayı’nı
anlatırken hâricîlerin yaptıklarını anlatacağını söyler: Gel ey sünnî seni
anlar bilirsen sen seni/Haricîler n'eylediler diyelim dinle ânı” bkz. a.mlf,
age., varak: 29b. Ömer b. Sad’ı Sünnî iken Hâricî olmakla suçlar: “Ol çeriye
baş olan Ömer İbn Sa'd-ı bed-nihâd/Sünnî-y-iken haricî olan seg ü şerrü'l-ibâd”
bkz. a.mlf, age., varak: 26a. Sünnî-hâricî nitelemesi Yusuf-i Meddâh’ın
maktelinde de aynı şekilde mevcuttur. Konuyu inceleyen Kenan Erdoğdu, ne yazık
ki, yalnızca sünnî nitelemesi üzerinde durmuş ve bunu müellifin Sünnî oluşunun
delili olarak görmekle yetinmeyi tercih etmiştir. Bkz. Kenan Erdoğan, “Maktel-i
Hüseyin, “Manisa Nüshası ve Sünnî ve Haricî Kavramları Üzerine”, Çeşitli
Yönleriyle Kerbelâ, Editör: Âlim Yıldız, Sivas 2010, s. 65.