18 Eylül 2014 Perşembe

Lâmiî Çelebi'nin Maktel-i Âl-i Resul'ü

Deveci, halka Kerbelâ'da tanık olduğu olayları anlatıyor
Lamiî Çelebi, Maktel-i Âl-i Resul
TİEM 1958
Lâmiî Çelebi’nin Hayatı
Şeyh Mahmud b. Osman b. Ali el-Nakkaş b. İlyas Lâmiî Çelebi hicrî 878 yılında Bursa’da doğmuştur.[1] Tahsiline Bursa’daki Muradiye Medresesi’nin müderrisleri olan Molla Ahaveyn ve Hasanzâde Molla Mehmed’in yanında başlayan Lâmiî Çelebi, daha sonra mâsivâdan hicret edip uzlete çekilmiş ve Nakşî şeyhi Emir Buharî’ye (öl. 922) intisap etmiştir.[2] Lâmiî Çelebi, Hüsn ü Dil tercümesinin mukaddimesinde hakikî gaye ve manayı ancak ârifler zümresine katıldıktan sonra hissettiğini belirtir.[3] 

Lâmiî Çelebi’nin önemli eserlerini de Türkçeye tercüme ettiği Molla Câmî’ye ilgisinde müellifin Nakşibendî tarikatına mensup oluşu etkili olmuş olmalıdır. Lâmiî Çelebi Abdurrahman Câmî’nin (öl. 898)eserlerini Türkçeye kazandırmasından dolayı bazı kaynaklarda Câmî-i Rûm lakabıyla anılmıştır.[4] Mustafa Âlî ise, buna karşı çıkmış, Lâmiî Çelebi’nin şairlikte Molla Câmî ile mukayese edilemeyeceğini söylemiştir.[5] 

Kaynaklarda zeki, üretken, usta mütercim, belagat göğünün yıldızı ve sevilen bir şair olarak tanıtılan Lâmiî Çelebi bütün hayatını Bursa’da geçirmiş ve altmış yaşında iken 938 yılında memleketinde vefat etmiştir.[6] Kabri, dedesi Nakkaş Ali’nin yaptırdığı kale içindeki Bursa Orta Pazar Camii haziresindedir.[7] 

Maktel-i Âl-i Resul’ün Yazma Nüshaları
Maktel-i Âl-i Resûl’ün bilinen yazma nüshalarının sayısı azdır; daha dikkatli bir araştırma yapıldığı takdirde bu rakamın çok daha artacağı kanaatindeyiz. Ayrıca eserin muhtemelen başta sanat hamisi devlet adamları olmak üzere farklı kesimden okuyucular için hazırlanmış üç minyatürlü el yazması nüshası bulunmaktadır.

Biz, 2012 yılı sonunda Milli Kütüphane Yz. B 446 numarada kayıtlı nüshasını esas alarak Maktel-i Âl-i Resul’ü neşrettik. 1964’de S. S. Karabudak tarafından bağışlanan 13 varaklık bu elyazması nüsha karton bir cilt içerisinde yer alır. Abadî kâğıt üzerine nesih hatla yazılan eserin sayfaları rutubetlidir ve bölüm başlıkları ile alıntılar kırmızı mürekkeple yazılmıştır. Eserde müstensih adı geçmemekte, istinsah kaydı da bulunmamaktadır.

Maktel-i Âl-i Resul’ün İsimlendirilmesi ve Telif Tarihi
Lâmiî Çelebi eserine Maktel-i Âl-i Resûl adını vermiş, bunu da maktelinde belirtmiştir: 

Dîdelerden akıtıp hûnîn süyûl
Yani diyem Maktel-i Âl-i Resûl 

Lâmiî Çelebi, maktelinde eserin telif tarihiyle ilgili bir bilgi vermez. Bununla birlikte Lâmiî Çelebi’nin 933-934 yılında yazdığı Şerefü’l-İnsan adlı eserinde maktelini zikretmiş olmasından yola çıkarak eserin 933-934 yılından önce yazıldığını söyleyebiliriz.[8]

Maktel-i Âl-i Resul’ün Telif Sebebi 
Lâmiî Çelebi maktelinde ayrı başlık altında ifade ettiği üzere eserini Kanûnî Sultan Süleyman zamanında defterdârlık yapan Sinan Bey’in teşvikiyle yazmıştır.[9] Müellifimizin anlattığına göre inzivaya çekildiği bir dönemde Sinan Bey’den bir mektup almış ve bu mektuptan sonra maktelini yazmaya koyulmuştur:

Kûh-veş dâmâne çektim pâyımı
Dest-i uzlet birle yasdım yayımı 

Kâf-ı mihnetten kılıp kaddim çü kâf
Eyledim dil Kâbesinde itikâfB

en cihandan bu gam ile bî-haber
Nâgeh erdi bir resûl-i nâme-ber

Asaf-ı cem menzilet edip selâm
Vermiş ben mûra bu yüzden peyâm

Hâme-gîr olub utârid-veş meger
Nazm edem pervin-sıfat birkaç güher

Lâmiî Çelebi maktelini, diğer maktel müellifleri gibi, hazin Kerbelâ olayını yâd etmek, okuyucularını ağlatmak ve bu vesileyle sevap kazanmak için kaleme alır. Lâmiî Çelebi bu hususu şu beyitlerle dile getirir:

Giydirem evrâka mâtemden libâs
İşitenler ağlayıp kan ede yas

Dîdelerden akıtıp hûnîn süyûl
Yani diyem Maktel-i Âl-i Resul 

Eserde müellif maktelin yazılış sebebi olarak başka bir sebep belirtmese de, Âşık Çelebi’nin Meşâirü’ş-Şuarâ’da naklettiği olay Lâmiî Çelebi’nin maktelini yazma sebeplerinden biri olabilir. Âşık Çelebi şöyle yazar: 

Maktel-i Hüseyin, Vaiz Molla Arab Bursa’da ışıklara mahsus maktel-i Hüseyin okunmağı men ettikte merhum Lâmiî Çelebi tevârih-i sahihadan cem ü tertib edip Bursa’da kadı-yi vakt Aşçızâde Hasan Çelebi’yi ve Molla Arab-ı Vaiz’i vesair ulemâyı cem edip maktelin okutup ulemâ kabul etmişlerdir.[10] 

Âşık Çelebi bu önemli bilgiyi naklederken Molla Arab’ın (öl. 938) maktel okumayı niçin yasakladığını izah etmez. Bununla birlikte “ışıklara mahsus” ifadesi yasağın sebebine dair önemli ipuçları verir. Işık teriminin batınî dervişler, önce Şiî-batınî zümreler, sonra Bektaşîler ve Hurufîler için kullanıldığı da söylenmiştir.[11] Helga Anetshofer’e göre Âşık Çelebi açıkça belirtmese de ışık sözcüğünü Abdal zümresiyle ilişkilendirmiştir.[12] Molla Arab’ın maktel okunmasını yasaklamasıyla ilgili bölümde ise özellikle Şiîlik bağlamında bilinen bir âdeti uygulayanlara ışık denilmiştir.[13] 

Âşık Çelebi’nin rivayetini esas aldığımızda, böyle bir sebebe işaret etmese de, Lâmiî Çelebi’nin maktelini yasağa rağmen yazdığını, dolayısıyla maktelin protest bir metin olduğunu düşünebiliriz. Şayet bu olay maktelin yazımından sonra gerçekleşmişse ve Lâmiî Çelebi yasağa rağmen, başta yasağı koyan Molla Arab olmak üzere, dönemin Bursa kadısı Aşçızâde Hasan Çelebi’yi[14] (öl. hicrî 942) ve diğer ulemâyı davet edip maktelini Ulu Cami’de okuması müellifin yasağa karşı protest bir tavır sergilediğini gösterir. 

Maktel-i Âl-i Resul’ün Kaynakları 
Maktel-i Âl-i Resûl’ü diğer Türkçe maktellerden ayıran en önemli özelliği, Âşık Çelebi’nin de ifade ettiği gibi[15], tarihi gerçekliklere en yakın maktel olmasıdır. Lâmiî Çelebi maktelinde kaynaklarından bir kısmını zikretmiştir. Müellifin adını en fazla zikrettiği kaynak meşhur Nakşî şeyhi Muhammed Pârsâ’nın (öl. hicrî 822) Faslu’l-Hitâb adlı eseridir. Lâmiî Çelebi, Faslu’l-Hitâb’ın adını üç yerde zikreder: 

Lîk gûş et sahib-i Faslu’l-Hitâb
Hoş beyân etmiş bu kavli pür-savâb
*
Böyle yazmış sahib-i Faslu’l-Hitâb
Altı kez verdiler âna zehr-tâb
*
Böyle yazmış sahib-i Faslu’l-Hitâb
Kim ânın naklinde yoktur irtiyâb

Lâmiî Çelebi’nin şahsî kütüphanesinde bulunan bu eser, bütün kitaplarıyla birlikte Bursa Belediye Kütüphanesi’ne nakledilmiştir.[16] 

Lâmiî Çelebi’nin Faslu’l-Hitâb’a gönderme yaptığı bölümlerin ilkinde konu, Yezid’e lanet meselesidir. Hâce Muhammed Pârsâ eserinin bir bölümünü Resulullah’ın Ehlibeyt’ini ve ashâbı sevmek konusuna ayırmışsa da bu bölümde doğrudan Yezid’e lanet meselesini işlememiştir.[17] 

Faslu’l-Hitâb’ın ikinci kez zikredildiği beyitte konu, Hz. Hasan’ın zehirlenmesi hadisesidir. Lâmiî Çelebi’nin Hz. Hüseyin’in Hz. Hasan’a katilini sorması, Hz. Hasan’ın gammazlığın Ehlibeyt’e yakışmayacağını söyleyerek susmayı tercih etmesine dair anlatısının kaynağı da yine Faslu’l-Hitâb’dır.[18] 

Müellifimizin esere son kez gönderme yaptığı bölümde ise konu, Hz. Ali’nin Kerbelâ’da şehid olan oğullarıdır.[19] 

Lâmiî Çelebi, Faslu’l-Hitâb dışında bir kitap adı zikretmez; ancak andığı birkaç müellif ve ravî adı bize kaynakları hakkında bilgi verir. Bunlar, Vâkıdî (öl. 207’den sonra) ile Saîd b. Cübeyr’dir (öl. 94).

Müellifimiz Vâkıdî’den şöyle söz eder:

Böyle kılmıştır rivayet Vâkıdî
Ol belâgat dürrlerin nâkıdı 

Lâmiî Çelebi, maktelinin Vâkıdî’yi kaynak gösterdiği bölümünde Şimr’in Hz. Hüseyin’in mübarek kesik başını Kufe’deki evine götürmesini ve orada kesik başı alıp temizleyen, ona hürmet eden Şimr’in hanımının başına gelen mucizevî olayları anlatır. Lâmiî Çelebi’nin buradaki kaynağı Abdurrahman Camî’nin Şevahidü’n-nübüvve’si değil de kendi tercümesidir. Çünkü Molla Camî’nin eserinde böyle bir rivayet bulunmamaktadır. Lamiî Çelebî, kendisi de bir maktel-i Hüseyin müellifi olan Vâkıdî’nin bu rivayetini bir kaynakta görmüş, rivayeti önce Şevahidü’n-nübüvve tercümesinde (tercüme tarihi: hicrî 915) nakletmiş, daha sonra maktelinde kullanmış olmalıdır.

Saîd bin Cübeyr’den ise şöyle söz eder:

Nakl kılmıştır Saîd bin Cübeyr
Ol saâdet-rehnemûnu ehl-i hayr

Saîd bin Cübeyr’in rivayetine göre Allah, Hz. Peygamber’e, Hz. Yahya’nın katlinden dolayı yetmiş bin insanı helak ettiğini, oğlu Hüseyin için ise iki katını helak etmeye razı olduğunu bildirir. Lamii Çelebi bu rivayeti Molla Abdurrahman Camî’den nakletmiştir. Ancak Şevahidü’n-nübüvve’nin Farsça orijinalinde rivayet Saîd b. Cübeyr tarikiyle İbn Abbas’tan rivayet edilir.[20] 

Maktel-i Âl-i Resul’de anlatıldığı sıraya göre Lamiî Çelebi’nin Abdurrahman Cami’den alıntı yaptığı rivayetler şunlardır:

Zeyd bin Erkâm’ın kesik başların Kur’ân okumasına dair rivayeti; İbn Ziyâd’ın kesik başının burnuna bir yılanın defalarca girip çıkmasına rivayet; Şimr’in Hz. Hüseyin’in çadırlarının yağmalanması sırasında bir miktar altın bulması ve kuyumcuda bozdurmak isterken altınların erimesine dair rivayet; Hz. Peygamber’in Ümmü Seleme’ye bir avuç kızıl toprak emanet etmesine dair rivayet; Hz. Peygamber’in oğlu İbrahim’i Hz. Hüseyin’e fidye vermesine dair rivayet.

Sadece Lamii Çelebi’nin Şevahidü’n-nübüvve Tercümesi’nde bulunan rivayetler şunlardır: Kemerbendini almak için Hz. Hüseyin’in parmaklarını kesmeye cüret eden ve bu yüzden yüzü simsiyah kesilen deveciye dair rivayet; şehadetinden sonra Hz. Hüseyin’in devesini kesip pişiren, ancak et acıdığı için yiyemeyen birkaç alçağa dair rivayet.

Müellifimiz, Faslu’l-Hitâb’ı üçüncü kez zikrettiği beytin devamında Kâsım bin Hasan adında birinden bahseder. Faslu’l-Hitâb’da ve Şevâhidü’n-Nübüvve’de adına rastlamadığımız bu zatın kim olduğunu tespit edemedik.  

Lâmiî Çelebi’nin adını andığı bir başka müellif İstanbul’un ilk kadısı Hızır Bey’dir (öl. 863):

Fâzıl-ı Rûm Hızır Bey bin Celâl
Nazm içinde gösterip sihr-i helâl

Hızır Bey’in, Lamiî Çelebi’nin beyitte manzum olduğuna işaret ettiği eseri Kaside-i Nûniyye’sidir. Müellifimiz burada kasidenin (Yazıcıoğlu’nun neşrine göre) 94-95. beyitlerini nakletmiş ve nazmen tercüme etmiştir.[21] Burada konu, bizim aşağıda ele alacağımız Yezid’e lanet meselesidir. 

Yezid’e Lanet Etme Meselesi 
 Allah’ın bağış ve merhametinden uzak olmak anlamına gelen ve la’n kökünden türeyen lanet, sözlükte “kovmak, uzaklaştırmak, iyilik ve faydadan mahrum bırakmak” anlamına gelir. Kur’ân-ı Kerim’de kırk bir yerde geçen lanet kavramı Allah’a, Resulü’ne, meleklere, diğer peygamberlere ve insanlara izafe edilmiştir.[22] 

Yezid bağlamında lanet meselesi Ehlisünnet âlimleri arasında ihtilaf doğurmuştur. Bu konudaki ilk tartışmanın İbnü’l-Cevzî (öl. 597) ile Abdulmuğis b. Züheyr Hanbelî Bağdadî (öl. 583) arasında gerçekleştiği rivayet edilir. Abdulmuğis Yezid’e lanetin caiz olmayacağını iddia edince, İbnü’l-Cevzî er-Red alâ’l-Mutaassıbi’l-Anîd adında bir risale kaleme alarak Yezid’e lanetin gerekli olduğunu ileri sürmüştür.[23] 

Adnan Demircan konuyu detaylarıyla işlediği makalesinde Yezid’e lanet etme çerçevesinde Sünnî âlimleri iki gruba ayırmıştır.[24] Aslında makalede üç gruptan söz edilir: Yezid’e laneti caiz gören âlimler, lanet okunmasına karşı çıkan âlimler ve bu hususta susmayı tercih eden âlimler. Makalenin Yezide lanet okunmasını uygun görmeyen âlimler bölümünde yalnızca iki isimden söz edilir: Gazzâlî (öl. 505) ve İbn Teymiyye (öl. 728). Bu ikisinden ilki Yezid hakkındaki tereddütlerinden dolayı ikircikli bir tavır sergilemeyi uygun görürken[25], İbn Teymiyye daha ziyade müdafi konumundadır. [26] 

Lanet meselesinin Ehlisünnet dünyasındaki tarihsel arka planında hep bir hoşgörü hâkim gibidir. Fakat bizim araştırma konumuz olan makteller, özellikle de Lâmiî Çelebi’nin Maktel-i Âl-i Resûl’ü çerçevesinde durum hiç de böyle değildir.

Müellifimiz maktelinde lanet meselesine geniş yer verir. Lâmiî Çelebi lanet etme meselesine girmeden önce dinde ölçütün Ehlibeyt muhabbeti olduğunu vurgular. Allah’ı sevmek Resul’ü sevmek; Resul’ü sevmek ise Ehlibeyt’i sevmektir. Ehlibeyt’i sevmeyen bir kimse Allah’ın rahmetinden uzaklaştırılır ve dinden çıkıp küfre girer ve Mârika’dan olur:

Ânları sevmek Resûl’ü sevmedir
Dîn içinde doğru yolu sevmedir

Sevgisidir hûd Resûl’ün hubb-i Hakk
Hubb-i Hakk’dır âleme düngün sebak

Bu sebakdır menba-i ilmü’l-yakîn
Bu sebakdır reh-nümâ-i müttakîn

Pes muhabbet asl-ı dîn oldu bilin
Dîn gerekse âna göre iş kılın

Oldu dîn ehline etmek revâ
Hubb-i evlâd-ı Resûl’ü pişvâ

Bunları red eyleyen merdûd olur
Rahmet-i Hakk’dan ebed matrûd olur

Küfrü hakkında Nebî’den var hadîs
Mârikindir diye ol kavm-i habîs

Mârika, Hâricîler için muhalifleri tarafından kullanılan ve dinden çıkmış anlamına gelen bir isimdir. [27] Lâmiî Çelebi’nin dinden çıkmış anlamına gelen bu sözcüğü kullanması manidardır; zira lanet etme meselesi hakkında Hâce Muhammed Pârsâ’yı ve Hızır Bey’i kaynak göstererek Sünnî ulemânın görüşlerini naklettikten sonra tavrını lanet etmekten yana koyarken görüşünü bu inanç üzere temellendirir gibidir. Yezid’i ve taraftarlarını Mârika’dan sayarak ötekileştirmiş ve dolayısıyla laneti meşrulaştırmıştır:

Ey diriğâ lîk kanı ihtiyâr
Nâgehânî zikr olucak ol şirâr

Levh-i dilden hak olup bu kîl ü kâl
Terk-i lânet etmeğe kılmaz mecâl

Ayrıca Lâmiî Çelebi, Yezid’in aslında Hz. Hüseyin’in katledilmesini istemediğini ileri süren âlimlere cevap verir gibi şöyle der:

Erdiler âhir Yezid’in katına
Rûzegârın kıl nazar afâtına

Hâka yüz vurup duâlar sonuna
Kodular başı o kelbin önüne

Eyleyip evlâdı bir bir arz âna
Söylediler kıssayı önden sona

Görücek şâhın serin ol bed-fiâl
Zâhir gösterdi halka infiâl

Dedi gönderttim mi size ben haber
Kim ânı katl edesiz ey ehl-i şer

Tutup ânı gönderin dedim bana
Biatın alıverin dedim bana

Olmuş emrimden tecâvüz ey derîğ
Uymamışsız söze düpdüz ey derîğ

Ger sözünde ânın olsa sıdka yol
Cümlesin birine katl eylerdi ol

Diğer Türkçe maktellerde de müellifler Yezid’e (ve taraftarlarına) lanet etme bağlamında benzer çekinceler yaşamış, ancak hemen hemen hepsi lanet etmeyi tercih etmiştir.[28] Söz gelimi Lâmiî Çelebi ile aynı gelenekten gelen Yahya b. Bahşî de Yezid’e ve taraftarlarına lanet etme konusundaki görüşlerini maktelinde şöyle dile getirir:

N'eyledi gör âna ol itten kötü
Pes âna nice etmeyeler laneti

İş bulardır âna lanet ettiren
Ehl-i İslâm'ı bu yola gittiren

Bunun üzre nice olmaz la’an âna
Nice etmez kimse dahl ü ta’an âna[29] 

Lâmiî Çelebi gibi Yahya b. Bahşî de Yezid’i ve taraftarlarını Hâricî olarak isimlendirerek ötekileştirir ve böylelikle onlara laneti meşrulaştırır.[30] 

Maktel-i Âl-i Resul’ün Muhtevası 
Maktel, Allah’a hamd, Hz. Peygamber’e, Ehl-i Beyt’ine ve ashâbın büyüklerine salât ve selâm ile başlar. Sinân Bey’in teşvîkinden söz eder. Tekrar Ehl-i Beyt’e tazîmde bulunur, onların sevgisi hakkında vârid olan hadîslere değinir. Yezid’e ve askerlerine lânet hakkındaki muhtelif görüşleri dile getirdikten sonra bu konudaki görüşünü şu şekilde ifâde eder: “Levh-i dilden hak olup bu kîl ü kâl/ Terk-i lânet etmeğe kılmaz mecâl”     

Birinci bölümde Osmân’ın öldürülmesi, Hz. Ali’nin halîfe olması ve Muâviye’nin Hz. Ali’nin halîfeliğine karşı çıkması anlatılır. Muâviye, Osmân’ın öldürülmesinden Hz. Ali’yi sorumlu tutar. O bu hareketiyle âlemi fitne ile doldurur. Hz. Ali her şeye rağmen İslâm’ın maslahatı için sulh yolunu benimser. Ama fitnenin yayıldığını görünce savaşmaktan başka yol olmadığını anlar. Bunun üzerine, Cemel’de ve Nehrevân’da fitnecilerle savaşır [Lâmiî Çelebî sadece bu iki savaşa değinir]. Sonunda Hz. Ali, İbn Mülcem tarafından şehid edilir.  Hz. Ali’nin şehâdetinden sonra Hz. Hasan İmam olur. Fitneciler Hz. Hasan döneminde de boş durmazlar. Bunun üzerine Hz. Hasan, İslâm’ın maslahatı için Şâm ehli ile [Muâviye] barış imzâlar ve Medîne’ye çekilir. Ama fitneciler eşini aldatarak ona Hz. Hasan’ı zehirlettirirler. Hz. Hüseyn yatağa düşen ağabeyini ziyârete gelir. O’ndan kendisini zehirletenlerin kimler olduğun beyân etmesini ister. Ancak Hz. Hasan söylemez.

İkinci bölümde Muâviye’nin Halkı Yezid’e biate zorlaması, Hz. Hüseyn’in Yezide biat etmemesi, Medîne’den Mekke’ye gidişi ve Müslim b. Akîl’in şehâdeti anlatılır. Ölümünün yaklaştığını hisseden Muâviye, kendisinden sonra oğlu Yezid’in halîfe olmasını ister. Oğlu Yezid’e biat toplamak için vâlilerine mektuplar gönderir. Beş kişi Yezid’e biat etmeyi kabul etmez. Bunlar; Hz. Hüseyn, İbn Abbâs, İbn Zübeyr, İbn Avâm ve Abdurrahman’dır. Muâviye onların biat etmediklerinden haberdârdır. Bunu bir isyân olarak görmez, ama tedbîr alır. Muâviye öldükten sonra oğlu Yezid halîfe olur. Babasının aldığı biatlerin yenilenmesini ister. Şâm, Horâsan ve Irak ehli biatlerini yenilerler. Ancak yukarıda adlarını zikrettiğimiz beş kişi yine biat etmez. Durumu haber alan Yezid, Medîne vâlisi Velîd b. Utbe’ye mektup yazıp onlardan biat almasını, aksi takdîrde başlarını kendisine getirmesini ister. Velîd, Yezid’in mektubunu onlara okur ve onlardan ertesi gün mescitte biat etmelerini ister. Ertesi gün tekrar buluşmak üzere ayrılırlar. O gece her biri Mekke’ye doğru yola koyulur. Durumu haber alan Velîd arkalarından ordu gönderir, ancak bir sonuç alamaz. Durumu Yezid’e bildirir. Bunun üzerine Yezid, Mekke’ye İbn Zübeyr komutasında bir ordu gönderir. Hediyelerle Mekke halkının biatini alan İbn Zübeyr, Mekke vâlisi Hâris b. Hâlid’i azleder. İki gün sonra İmam Hüseyn Mekke’ye ulaşır. Bir süre Mekke’de gizlenir. İbn Zübeyr durumdan haberdâr olunca Kûfe halkı Hz. Hüseyn’i Kûfe’ye davet eder.  Hz. Hüseyn, bilgi toplaması için Müslim b. Akîl’i Kûfe’ye gönderir. Müslim, gizlice Kûfe’ye gider. Kûfe halkından İmam Hüseyn adına biat alır. Mekke’ye bir elçi gönderip Hz. Hüseyn’e durumu haber verir. Bunun üzerine İmam Hüseyn, Kûfe’ye gitmeye karar verir. İbn Abbâs O’na engel olmak ister, ancak İmam onu dinlemez. İmam yoldayken Kûfe’de bazı gelişmeler olur. Abdullah adındaki bir Yezid taraftarı Kûfe vâlisine Müslim’in Kûfe’de olduğunu haber verir. Kûfe vâlisi Numân b. Beşîr ona itibâr etmez. Bunun üzerine Abdullah, Yezid’e mektup yazar. Yezid, Basra vâlisine mektup yazıp, ondan Müslim’i öldürmesini ister. Basra vâlisi İbn Ziyâd, Mekkeliler gibi giyinip kendisini İmam’a benzeterek Kûfe’ye girer. Numân ve halk İmam’ın geldiğini zanneder. Numân ona kapıyı açmak istemez. Bunun üzerine İbn Ziyâd kendisini tanıtır. Müslim’in peşine düşer ve O’nu öldürür.
 
Üçüncü bölümde İmam’ın Irak’a gidişi, İbn Ziyâd’ın Ömer b. Sa’d’ı İmam’ın üzerine göndermesi ve Hürr b. Yezid’in Mekke’ye geri döndürmek için İmam’ın yolunu kesmesi anlatılır. İmam, Müslim’in katlinden habersiz Kûfe yolundadır. İbn Ziyâd, Ömer b. Sa’d komutasında bir ordu gönderip İmam’ın Kûfe’ye girmesini engeller. İbn Sa’d, İmam’a Yezid’in mektubunu okuyunca yolunu değiştirir, Kâsidiye’de karar kılar. İbn Sa’d İmam’ın ardından Hürr b. Yezid’i gönderir. Hürr, İmam’dan teslîm olmasını ister. Diğer tarafta Yezid, İbn Ziyâd’a mektup yazıp acele etmelerini ister. İbn Ziyâd mektubu İbn Sa’d’a bildirir. İbn Sa’d da Hürr’e elçi gönderip durumu bildirir. Hürr, İmam’a gitmesi için mühlet tanır. İmam gece karanlığında yola koyulur. İmam’a yol gösteren kılavuz yolu şaşırıp onları Kerbelâ’ya götürür. İmam Kerbelâ’da karar kılar. Çadırlar kurulup, hendekler kazılır.
 
Dördüncü bölümde Ömer b. Sa’d’ı Kerbelâ’ya ulaşması ve İbn Ziyâd’ın Şimr’i göndermesi anlatılır. İbn Sa’d ordusuyla İmam’ın ardına düşer. İmam’ın yanında, aile efrâdı da dahil yetmiş kişi vardır. İbn Sa’d, İmam’ın huzûruna çıkar ve O’ndan biat etmesini ister. İmam ona üç teklîfte bulur; Mekke’ye gitmesine izin vermeleri veya dedesine kavuşması veyahut Şâm’a gidip Yezid’le konuşmak. İbn Sa’d, İbn Ziyâd’a mektup yazıp İmam’ın sözlerini aktarır. İbn Ziyâd kabul etmez, İmam’ın teslîm olmasını ister. İmam râzı olmaz. Böylece bir hafta geçer. Bunun üzerine İbn Ziyâd, Şimr’i gönderir. Şimr, İbn Ziyâd’ın hükmünü İbn Sa’d’a iletir. İbn Sa’d komutayı Şimr’e devretmek istemez, hemen ordusunu düzene sokar. Bu durumu gören İmam, savaşın ertesi gün başlamasını ister. Şimr mühlet vermek istemez, ama ordusundakilerin seslerini yükseltmeleri üzerine mecbûr kalır. Bu esnâda Fırât’ın önüne adam yerleştirir. İmam ve ashâbı çok susamıştır. İmam, kardeşi Abbâs’ı su getirmesi için gönderir. Abbâs, elli kişiyle Fırât’ın kenarına gider, ancak düşman ordusu su almalarına izin vermez. İmam ve ashâbı o gece susuz yatar. İmam ashâbına bir konuşma yapar. Düşmanın kendisini istediğini, onlarla bir işleri olmadığını, dilerlerse gecenin karanlığından yararlanıp kaçabileceklerini söyler. Ashâb İmam’ı bırakıp gitmek istemez. İmam o gece rüyâsında Hz. Peygamber’i görür. Hz. Peygamber O’na ertesi gün şehid olacağını haber verir.
 
Beşinci bölümde Âşûrâ günü vukû bulan savaş ve İmam’ın ve ashâbının şehâdeti anlatılır. Savaş başlamadan önce İmam, düşman ordusuna hitâben bir konuşma yarar. Konuşmasında kendisini tanıtıp, onları uyarır. Ancak bir fayda vermez. Savaşın kesinleşmesi üzerine İmam, kadınları ve çocukları korumak için kazılan hendeklerin tutuşturulmasını ister. Karşı taraftan İbn Cu’de, İmam’a doğru atını sürerek O’na yanıldığını söyler. İmam ona bedduâ edince İbn Cu’de atından düşer. Ayağı atın terkisine takılır, sürüklenir ve hendeğe düşüp ölür. Bu olayı müşâhede eden Hürr b. Yezid, İmam’ın safına katılır. Savaş Ömer b. Sa’d’ın attığı bir ok ile başlar. Hürr birçok savaşçıyı öldürüp şehid olur. Bu sırada öğle vakti girer. Düşman namaz için savaşa ara vermeyince İmam ashâbı ile namaz kılar. Namazdan sonra İmam savaş meydanına çıkmak ister. Ashâbı izin vermez, birer birer çıkıp savaşır ve şehid olurlar. Ashâbın şehid olması üzerine İmam’ın aile efrâdı savaş meydanına çıkar. Ehl-i Beyt’ten on beş kişi Kerbelâ’da şehid olur. İlk olarak İmam’ın on sekiz yaşındaki oğlu Ali Ekber şehid olur. İmam’ın Ali adındaki diğer oğlu [Zeyne’l-Âbidîn] hasta olduğundan savaşamaz. İmam’ın aile efrâdını öldüren Yezid ordusu sevinç gösterileri yapar. O sırada İmam’ın kundaktaki oğlu Abdullah ağlamaya başlar. İmam onu kucağına alıp dışarı çıkar. Düşmandan biri Abdullah’a nişan alıp bir ok atar. Ok, Abdullah’ın boğazına saplanır. Bu esnâda Şimr çadırlara saldırmak ister. İmam, Allah’tan korkmuyorsanız bari Arap geleneklerine bağlı kalın da çadırlara saldırmayın der. Bunun üzerine İbn Sa’d, Şimr’e engel olur. İmam iyice susar. Su içmek ister. Şimr ordusuna O’na engel olmalarını emreder. İmam eline geçen bir miktar suyu içerken düşmanın attığı ok ağzına isâbet eder. Sonra İmam’ı ok yağmuruna tutarlar. İmam aldığı otuz üç darbe ile şehid olur. 
 
Altınca bölümde Şimr’in İmam’ın başını kesmesi ve bunun ardından meydana gelen mucizevî olaylar ile Ehl-i Beyt’in tutsak edilmesi anlatılır. İmam şehid olmuş, yerde yatmaktadır. Şimr atıyla İmam’ın yanına gelir ve atından inip İmam’ın başını ensesinden keser. Bu olay, hicrî 61 yılının Âşûrâ günü vukû bulur. Şimr, İmam’ın başını kestikten sonra mucizevî birtakım olaylar olur; gökten kan yağar ve gökyüzü uzun bir süre kızıla bürünür.  Ömer b. Sa’d askerlerin Ehl-i Beyt’e zarar vermesini engeller, ama eşyaları yağmalanır. Bu sırada Şimr, İmam Zeyne’l-Âbidîn’i görür ve O’nu öldürmek ister. Bunu gören Ümmü Külsüm ve Zeyneb feryâd ederler. Ömer b. Sa’d, Şimr’e engel olur. Eğer öldürülecekse bunu İbn Ziyâd yapsın der. O gece Kerbelâ’da kalırlar. Ertesi gün sabah erkenden Kûfe’ye doğru hareket ederler. Ehl-i Beyt’ten on iki kadın tutsak edilmiştir. Şimr ve Ömer gidince askerler şehidlerin elbiselerini yağmalayıp, onları bir yere defnederler. Şimr, tutsaklar ve başlarla Kûfe’ye erişir. İmam’ın başını o gece kendi evine götürür. Karısı İmam’ın başından bir nûrun yayıldığını görünce Şİmr’i uyandırıp başın kimin başı olduğunu sorar. Şimr, İmam Hüseyn’in başı olduğunu söyleyince kadın ağlamaya başlar. Şimr uyuyunca başı saklar. Sabahleyin başı yerinde göremeyen Şimr karısına sorar. Kadın başı vermek istemez ve Şimr’e hakaret eder.

Yedinci bölümde İmam’ın başının ve tutsakların Kûfe’de İbn Ziyâd’a iletilmesi ve oradan Şâm’a Yezid’e gönderilmesi anlatılır. Şimr karısını öldürüp başı alır ve İbn Ziyâd’a götürür. İbn Ziyâd, İmam’ın başını görünce sevinir. Elindeki çubukla İmam’ın başına vurur. Orada bulunan Zeyd b. Erkam karşı çıkar. Hz. Peygamber’in İmam Hüseyn hakkında söylediklerini hatırlatır. İbn Ziyâd, halka orduyu karşılamalarını emreder. İmam’ın başı bir süngüye takılır ve tutsaklarla birlikte bir müddet Kûfe sokaklarında dolaştırılır. Bu esnâda İmam’ın başı Kehf sûresinin dokuzuncu ayetini okur. İmam’ın başını ve tutsakları gören Kûfe halkı ağlar. İbn Ziyâd, tutsaklarla karşılaşınca İmam Zeyne’l-Âbidîn’i görür. Cellâdı çağırıp O’nu öldürtmek ister. Zeyneb ve Ümmü Külsüm feryâd edip karşı çıkarlar. Bunun üzerine İbn Ziyâd hepsini Yezid’e gönderir. İmam’ın başı ve tutsaklar Yezid’in önüne çıkarılır. Yezid İmam’ın başını görünce, sözde kendisinin böyle bir şey istemediğini söyler. Yezid, bir tepsiye konulan İmam’ın başına elindeki gürz ile vurur. Bunu gören bir sahâbe ona Hz. Peygamber’in İmam Hüseyn hakkında söylediği sözleri hatırlatarak itiraz eder. Halktan çekinen Yezid tutsakları Mekke’ye gönderir.

Sekizinci bölümde İmam Hüseyn şehid olduktan sonra İmam’ın parmaklarını kesmeye cüret eden bir deve çobanının hikâyesi anlatılır. Mekke’de simsiyah olmuş bir adam feryâd edip dövünür. Etrafındakilerden Ehl-i Beyt’e nasıl ulaşacağını sorar. Halk ona kim olduğunu sorunca adam, babasının adını ve kendi adını söyler. Halk bunu öğrenince şaşırır. Çünkü adını söylediği kişi çok yakışıklı birisidir. Adam o kişi olduğuna dair yemîn eder ve başından geçenleri anlatır: Adam İmam Mekke’den Kûfe’ye giderken O’nun develerinin çobanlığını yapmıştır. İmam İranlı hanımı ile evlenince İran şahı İmam’a değerli bir kemer hediye eder. O, İmam şehid olunca o kemeri almak ister. İmam sağ eliyle adama vurur. O da İmam’ın göğsüne bastırıp, İmam’ın parmaklarını keser. O esnâda kendisine doğru gelen bir topluluk görür ve gizlenir. Gelenler bir bir kendilerini tanıtır: Önde Hz. Peygamber, ardında Hz. Fâtıma, Hz. Hamza, Câfer-i Tayyâr, Hz. Ali ve Hz. Hasan vardır. Hepsi İmam’ın etrafında toplanıp ağlaşırlar. Sonra Hz. Peygamber, İmam’ın başını ister ve yerine koyar. İmam’ı öldürenlere bedduâ eder.  Bu sırada İmam’ın parmaklarının kesik olduğunu görür ve İmam’a bunu kimin yaptığını sorar. İmam adamı işâret eder. Hz. Peygamber’in çağırması üzerine adam oraya yaklaşır. Hz. Peygamber ona rengin değişsin diye bedduâ eder. Bunun üzerine adam simsiyah olur.

Dokuzuncu bölümde Hz. Peygamber’in ve Hz. Ali’nin muhâliflerin helâk olacağına dair verdiği müjdeden bahsedilir. Lâmiî Çelebî bu bölümde, Muhtâr Sekâfî’nin hurûcunu anlatır. Saîd b. Cübeyr’in Hz. Peygamber’den naklettiği bir kudsî hadîse değinir. Hadîse göre Allah Cebrâil’i nâzil edip Hz. Peygamber’e şöyle buyurmuştur: “Yahyâ Peygamber için yetmiş bin kişiyi öldürdüm, oğlun Hüseyn için iki yüz yetmiş bin kişiyi öldüreceğim.” Daha sonra Hz. Ali’den nakledilen bir hadîs gelir: “Oğlum Hüseyn şehid olduktan sonra çok geçmeden saltanat ehlinden bir köle çıkıp O’nu öldürenlerden intikâm almak için üç yüz seksen üç bin kişiyi katledecektir. O pehlivânın adı nedir? diye sorulduğunda: Muhtâr’dır buyurdu.” Hz. Hüseyn’in şehâdetinin üzerinden çok geçmeden Yezid sarayında bir içki meclisi düzenler ve orada sarhoş olup ölür. Bir süre sonra  Muhtâr Tâif’den hurûc edip Şimr’i ve Ömer b. Sa’d’ı öldürür, İbn Ziyâd’ın başını kestirir. Sonra Medîne’ye çekilip yas tutan Muhammed b. Huneyf’e biat eder. Lâmiî burada İbn Ziyâd’ın ölümüyle ilgili bir kıssaya başlar: Muhtâr, İbn Ziyâd’ın başını kestirdikten sonra onu ve diğerlerinin başlarını Kûfe mescidine asar. O sırada bir yılan çıkagelir ve başlar arasından süzülüp İbn Ziyad’ın başının yanına gider. Burnundan girip bir süre başın içinde kaldıktan sonra çıkıp gider. Sonra tekrar döner ve yine aynı yerden başın içine girer ve bunu birkaç kez tekrarlar. Lâmiî bunu şöyle yorumlar: Dirliğinde hayya-idi halka ol/ Ölücek mağzına hayya buldu yol.  

Onuncu ve son bölümde Hz. Peygamber’in bir gece Medîne’den Kerbelâ’ya gitmesi ve evlâdının kanlarını toplayıp Ümmü Seleme’ye emânet etmesi ve oğlu İbrâhîm’i İmam Hüseyn’e fidye vermesi anlatılır. Bir gece Hz. Peygamber alelacele evinden çıkar ve çok geçmeden bir avuç toprakla geri döner. Ümmü Seleme, Hz. Peygamber’e elindekinin ne olduğunu sorar. Hz. Peygamber şöyle cevap verir: Beni Irak adında bir yere götürdüler. Orada bana Kerbelâ adında belâ dolu bir yer gösterildi ve oğlum Hüseyn’in orada şehid olacağı söylendi. Ben de onların kanlarını topladım. Bunu al, sakla. Ümmü Seleme toprağı alır ve bir şişenin içine koyar. Her gün şişeyi kontrol eder. Muharrem ayının onu, Âşûrâ günü geldiğinde toprağın kana dönüştüğünü görür ve İmam Hüseyn’in şehid olduğunu anlar. Ancak düşmanı sevindirmemek için bir müddet bu haberi saklar.

İkinci rivayet Hz. Peygamber’in oğlu İbrâhîm ile ilgilidir. Bir gün Hz. Peygamber sağ dizine Hüseyn’i, sol dizine İbrâhîm’i oturtup onları severken Cebrâil nâzil olur ve Allah’ın güneş ile ayın bir evde bir araya gelmesini istemediğini, bu yüzden ikisinden birini almak istediğini söyler. Bunun üzerine Hz. Peygamber, eğer Hüseyn’i alırsa hem kendisinin hem de Ali ve Fâtıma’nın canının yanacağını; İbrâhîm’in alınmasının ise en çok kendisini üzeceğini söyleyerek İbrâhîm’i almasını ister. Bu olaydan sonra güneş ile ay [Hüseyn ile İbrâhîm] üç gün daha bir arada kalır.

Ertuğrul Ertekin 

* Metin And, Ritüelden Drama, İstanbul 2002, s. 328.
[1] Kaynaklarda doğum tarihi geçmemektedir; ancak Lâmiî Çelebi, Şerefü’l-İnsan adlı eserinde 933 yılında 55 yaşında olduğunu kaydetmiştir. Buna göre doğum tarihi 877’dir. Bkz. Abdülkadir Karahan, “Lâmi’î”, İA, c. 7, s. 10.
[2] Taşköprüzâde, age., s. 380; Âşık Çelebi, age., c. 2, s. 745; Mecdî Mehmed Efendi, age., c. 1, s. 432; Sehî Bey, Tezkire (Heşt Bihişt), İstanbul 1980, s. 104; Kınalızâde Hasan Çelebi, Tezkiretü’ş-Şuarâ, haz. İbrahim Kutluk, Ankara 1981, c. 2, s. 831.
[3] Abdülkadir Karahan, agm., s. 12.
[4] Âşık Çelebi, age., c. 2, s. 746; Bursalı Mehmed Tahir, Osmanlı Müellifleri,  Ankara 2000, c. 2, 492; Sehî Bey, age., s. 104; Kastamonulu Latifî, Tezkire-i Latifî, Dersaadet 1314, s. 291; Kınalızâde Hasan Çelebi, age., c. 2, s. 831. İsmail Beliğ, Câmî-i Sânî şeklinde niteler, bkz. İsmail Beliğ, Tarih-i Bursa (Güldeste-i Riyâz-ı İrfan ve Vefeyât-i Danişverân-i Nadiredân), Bursa 1302, s. 177.
[5] Mustafa Âlî, Künhü’l-Ahbâr’ın Tezkire Kısmı, haz. Mustafa İsen, Ankara 1994, s. 266-267.
[6] İsmail Beliğ, age., s. 178; ayrıca bkz. Günay Kut, “Lâmiî Çelebi”,  TDVİA, c. 27, s. 96. Taşköprüzâde 937/1531 veya 938/1532’de vefat ettiğini yazar bkz. Taşköprüzâde, age., s. 381. Âşık Çelebi ve Mecdî Efendi, Lâmiî Çelebi’nin ölüm tarihini 940/1535 olarak verirler bkz. Âşık Çelebi, age., c. 2, s. 748; Mecdî Mehmed Efendi, age., c. 1, s. 432.
[7] Âşık Çelebi, age., c. 2, s. 748; Mecdî Mehmed Efendi, age., c. 1, s. 432.
[8] Bkz. Sadettin Eğri, Lâmiî Çelebi Şerefü’l-İnsân (İnceleme-Metin), Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, Ankara 1997, s. 40-41.
[9] Sinan Bey hakkında kaynaklarda bir bilgiye rastlamadık.
[10] Âşık Çelebi, age., c. 2, s. 749. Aynı olay benzer anlatımlarla başka tezkirelerde de geçer: bkz. Kınalızâde Hasan Çelebi, age., c. 2, s. 832; Beyanî Mustafa b. Carullah, Tezkiretü’ş-Şuarâ, haz. İbrahim Kutluk, Ankara 1997, s. 237.
[11] Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı İmparatorluğu’nda Marjinal Sufilik: Kalenderîler, Ankara 1999, s. 108.
[12] Helga Anetshofer, “Meşâirü’ş-Şu‘arâ’da Toplum-tanımaz Sapkın Dervişler”,  Âşık Paşa ve Şairler Tezkiresi Üzerine, Derleyen: Hatice Aynur-Aslı Niyazioğlu, İstanbul 2011, s. 89-91.
[13] Helga Anetshofer, agem., s. 91-93.
[14] Aşçızâde Hasan Çelebi hakkında bkz. Taşköprüzâde, age., s. 397; İsmail Beliğ, age., s. 291-292.
[15] Âşık Çelebi, age., c. 2, s. 749.
[16] Mustafa Kara, Bursa’da Tarikatler ve Tekkeler, İstanbul, 2001, s. 58. 
[17] Hâce Muhammed Pârsâ, Faslu’l-Hitâb, s. 459-468; a.mlf., Tevhide Giriş s. 486-552, özellikle s. 486-489.
[18] Hâce Muhammed Pârsâ, age., s. 538; a.mlf. Tevhide Giriş, s. 530.
[19] Faslu’l-Hitâb’da bu bölümü tespit edemedik. 
[20] bkz. Abdurrahman Cami, Şevahidü’n-nübüvve, be-kuşeş-i Seyyid Hasan Emin, Tahran 1379, s. 348; krş. Lamii Çelebi, age., s. s. 265.
[21] Bkz. Mustafa Sait Yazıcıoğlu, “Hızır Bey ve Kaside-i Nûniyye’si”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. 26, Sayı: 1, Ankara 1983, s. 588. 
[22] Kamil Yaşaroğlu, “Lanet”, TDVİA, c. 27, s. 101.
[23]Ünal Kılıç, Tartışmaların Odağındaki Halife Yezîd b. Muâviye, İstanbul 2001, s. 413. 
[24] Adnan Demircan, “Ehl-i Sünnet Âlimlerine Göre Emevî Halifesi Yezîd b. Muâviye’ye Lanet Okunması Meselesi”, Lanet Kitabı, Editör: Emine Gürsoy-Naskali, İstanbul 2009, s. 111-123.
[25] Adnan Demircan, agm., s. 116; ayrıca bkz. Ünal Kılıç, age., s. 416-417.
[26] Adnan Demircan, agm., s. 117-118; ayrıca bkz. a.mlf., “İbn Teymiye’ye Göre Yezîd b. Muâviye’nin Durumu”, Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Şanlıurfa 1996, Sayı: 2, s. 131-137.
[27] Mârika, muhalifleri tarafından Hâricîler için kullanılan bir isimdir ve dinden çıkmış anlamına gelir bkz. Ethem Ruhi Fığlalı, “Hâricîler”, TDVİA, c. 16, s. 169.
[28] Bkz. Özlem Demirel, “Maktel-i Hüseyinlerde Beddua”, Lanet Kitabı, Editör: Emine Gürsoy-Naskali, İstanbul 2009, s. 137-150.
[29] Yahya b. Bahşî, Maktel-i Hüseyin, varak: 58a.
[30] Yahya b. Bahşî maktelinde Yezîd ve taraftarlarına hâricî, Hz. Hüseyin ve dostlarına sünnî der. “Pes ağlan imdi müminler seçilsin sünnî hâricîden /Hasan'dır şol ağu içip ciğerciği çıkan içten” beyitinde tarafların ayrışmasını ister, bkz. Yahya b. Bahşî, age., varak: 17a-17b. Kerbelâ Olayı’nı anlatırken hâricîlerin yaptıklarını anlatacağını söyler: Gel ey sünnî seni anlar bilirsen sen seni/Haricîler n'eylediler diyelim dinle ânı” bkz. a.mlf, age., varak: 29b. Ömer b. Sad’ı Sünnî iken Hâricî olmakla suçlar: “Ol çeriye baş olan Ömer İbn Sa'd-ı bed-nihâd/Sünnî-y-iken haricî olan seg ü şerrü'l-ibâd” bkz. a.mlf, age., varak: 26a. Sünnî-hâricî nitelemesi Yusuf-i Meddâh’ın maktelinde de aynı şekilde mevcuttur. Konuyu inceleyen Kenan Erdoğdu, ne yazık ki, yalnızca sünnî nitelemesi üzerinde durmuş ve bunu müellifin Sünnî oluşunun delili olarak görmekle yetinmeyi tercih etmiştir. Bkz. Kenan Erdoğan, “Maktel-i Hüseyin, “Manisa Nüshası ve Sünnî ve Haricî Kavramları Üzerine”, Çeşitli Yönleriyle Kerbelâ, Editör: Âlim Yıldız, Sivas 2010, s. 65.