Harvard Üniversitesi’nde tarih profesörü olan Cemal
Kafadar, 26 Kasım 2012 tarihinde, Bilim ve Sanat Vakfı’nda (BİSAV) düzenlenen
mekanıbname okumaları çerçevesinde “Velâyetnâme-i Hacı
Bektaş-ı Velî” başlıklı bir konuşma yaptı.
Cemal Kadafar’ın konuşmasını BİSAV
Bülten’e değerlendiren Güllü Yıldız’ın yazısını aşağıda okuyabilirsiniz.
*
Menakıbname okumaları serisinin üçüncüsünde Cemal
Kafadar* ile Velâyetnâme-i Hacı Bektaş-ı Velî üzerine konuşuldu.
Tarih teorisinden ‘Aziz İstanbul’da olup bitenlere, Trakya’daki Alevî-Bektaşî
zümrelerin durumundan Türk milliyetçiliğinin entelektüel tarihine zihninde
dönen meselelerden kısaca bahsederek kendi menakıbname okumalarının bunlardan
bağımsız olmadığını söyleyen Kafadar, Velâyetnâme üzerine
değerlendirmelerini bu sorular çerçevesinde ortaya koydu. Kafadar’a göre Velâyetnâme gibi kaynak eserler, “çok sesli bir metin
okuması” olarak tarif ettiği yaklaşımla; her dönemin kendi soruları, sorunları
açısından tekrar tekrar sorgulanmalıdır. Bir süredir Seyyid Ali Sultan (Kızıl
Deli Sultan) Dergâhı’nın göbeğindeki dut ağacının anlamının ve hikâyesinin
peşinde olduğuna; menakıbname deryasında bir katre olan Kızıl Deli Sultan Menakıbnamesi’yle başlayan okumalarının bu arayışın peşinden
gittiğine değinen Kafadar, Abdal Musa, Kaygusuz Abdal, Otman Baba, Veli Vaba,
Şücaeddin Velî menâkıbları korpusu içinde Hacı Bektaş-ı Velî Velâyetnâmesi’nin
en önemlisi olduğunu belirtti. Bunun dışında Dede Korkut, Oğuznâme gibi başka metinlerle de paralellikler bulunmaktadır;
ses, üslup, kelime haznesi, anlatılardaki bazı motifler çok benzerdir.
On beşinci asrın sonlarında yazıya geçirildiği düşünülen Velâyetnâme yazıldığında Hacı Bektaş-ı Velî kültü iki
yüzyıllık bir geçmişe sahiptir. Dolayısıyla metinde, Osmanlı hanedanın manevi
aidiyeti itibariyle nereye yöneldiği gibi birtakım asrî tartışmalara müdahale
etme çabası vardır. Ayrıca yine bu asırda şifahi olanın yazıya geçirilmesi
şeklinde bir tavır söz konusudur. Dede Korkut, Seyyid Battal Gazi, Oğuznâme (Oğuzlara ait
atasözleri koleksiyonları), Aşıkpaşazade’nin Tevarih-i (bazı yerlerde
Menâkıb kelimesini kullanması kayda değerdir) Âl-i
Osman kitabı, anonim Osmanlı tarihleri, Saltuknâme
gibi diğer şifahi kültür ürünlerinin de bu dönemde yazıya geçirilmesini birbirinden
bağımsız düşünmek mümkün değildir. Velâyetnâme’yi okumak bütün
bu unsurları göz önünde bulundurarak okumak demektir ki henüz hakkı
verilebilmiş değildir. Maalesef Abdülbâki Gölpınarlı’nın bu alandaki
çalışmalarının arkası getirilememiştir. Menâkıbın yazıya geçirilirken işin
doğası gereği aynı zamanda bir “ayar verme” sürecinden de geçtiğini, her şifahi
anlatının bir yorum olduğunu; yazıya geçtiğinde metin halinin her okunuşunun da
bir “performans yani icra ve tevil” olduğunu hatırda tutmak gerektiğini belirten
Kafadar, “kayıtlar bir şeyin neyini kaydeder? Söz uçar yazı kalır deniyor; iyi
de uçmanın nesi kötü?” sorularıyla içinde yaşadığımız kayıt çağında yazıya bu
derece öncelik verilmesine karşıdır.
Daha sonra Velâyetnâme’nin yazmalarına
değinen Kafadar, tarihleri açısından nüshaların ilginç dağılımına dikkatleri
çekti. Manzum ve manzum-mensur karışımı yazmalardan Bedri Noyan’ın yayınladığı
nüsha, Gölpınarlı’nın listelediği on nüsha ve TDV’nin yeni yayınında kullanılan
dört nüshadan beş tanesi 1034-1044 arasındaki on yıla tarihlenmiştir ki on
yedinci asrın tarihini bilenler için bu on yıl çok şey ifade eder. Bağdat’ın
düşüşü ve IV. Murat’ın Bağdat seferi bu yıllardadır. Osmanlı Devleti’nin
Bektaşî geleneği ile ilişkilerinin yeniden gözden geçirildiği ve harmanlandığı
bir dönemdir. Bu dönemde birçok Velâyetnâme nüshası
yazılması, o nüshaların bu tarihî bağlamdan bağımsız düşünülemeyeceğini açık
bir şekilde ortaya koymaktadır.
Velâyetnâme’nin yazıldığı
tarih ve yazarına ait kesin bilgilere sahip değiliz. Manzum şeklinin 1481 ile
1501 arasında Uzun Firdevsî tarafından yazıldığı en çok kabul gören görüştür.
Mensur-manzum metin ise daha şüpheli olmakla birlikte yine Uzun Firdevsî’ye
atfedilir. Ali oğlu Musa’nın mensur metnin yazarı olması ihtimalini de bir kenara
koymamak gerektiğini savunan Kafadar, neden ve ne zaman manzuma geçildiğinin
bilinmediğini belirtti.
Metin Hacı Bektaş-ı Velî’nin nesebi, soyu ile başlar;
Türkistan, Horasan, Bedehşan’da yaşadıkları, Ahmed Yesevî’yle münasebeti ile
devam eder. Kafadar’a göre yapılan son çalışmalar birebir bir ilişkinin çok
şüpheli olduğunu ortaya koymaktadır. Ahmed Yesevî’nin Hacı Bektaş-ı Velî’yi
Diyar-ı Rum’a göndermesi ile anlatı Anadolu’ya intikal eder. Diyar-ı Rum’a
gelirken kat ettiği İran, Mekke, Suriye yolu çok önemlidir. Rum erenleri onu
kolay kabul etmez ve ciddi bir rekabet söz konusu olur. Velâyetnâme, Hacı Bektaş-ı Velî’nin Mevlana ve Ahi
Evren gibi Diyar-ı Rum’daki pek çok kişiyle olan musahabeleri ile devam eder.
Kafadar sunumunu, girişte değindiği dut ağacının hikâyesine
bağlayarak hitama erdirdi. Kafadar’a göre menakıbnamelerde çeşitli taşlar,
ağaçlar (dut, kavak) ve hayvanların (güvercin, geyik, şahin) yer almasında,
doğa denilen şeye ve bu kavramın içinde canlı ve cansız diye tasnif ettiğimiz
varlıklara yönelik farklı bir yaklaşımın izlerini bulmak mümkündür. Kuşatıcı ve
kendi içinde tutarlı bir yaklaşımın somut birer yansıması oldukları içindir ki
menkıbelerdeki özgül motifler; dut, güvercin vs. yerine oturur ve anlam
kazanır. Elbette bütün toplumun aynı baktığını varsaymak çok yanlış olur.
Toplumun farklı kesimleri arasındaki zihniyet farklarına ve gerilimlere de
bakmak gerekir. Bu motiflerin anlatılarda yer alış şekillerini, Türkmenlerin
zaten varolan ve Horasan’dan Anadolu’ya taşıdıkları kültüre atfen çizgisellik
ve kalıtsalcılık çerçevesinde açıklamak da acelecilik olur. Bilakis büyük
coğrafi ve sosyolojik dönüşümler yaşayan toplulukların karşısına çıkan yeni
imkânlara ve içine düştükleri yeni travmalara cevap verebildikleri için
başarılı olmuştur erenler.
Sunum süresince Hacı Bektaş-ı Velî’nin ve menakıbname
türündeki diğer metinlerin nasıl okunabileceği ile ilgili metodolojik bir
çerçeve ortaya koyan Kafadar, “Vahyin bile esbab-ı nüzulü vardır. Erenlerin
nefeslerini şu yalan dünyanın değişen şartları ve mahpuslarının farklı
sergüzeştleri bağlamında okumak gerekmez mi?” sorusu ile sunumunu bitirdi.