15 Ekim 2014 Çarşamba

Rıza Yıldırım: Seyyid Ali Sultan (Kızıl Deli) Velâyetnâmesi



TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi’nde tarih bölümünde yardımcı doçent olan ve 2007 yılında Seyyid Ali Sultan'ın Velâyetnâmesi’ni yayımlayan Rıza Yıldırım, 31 Mayıs 2013 tarihinde, Bilim ve Sanat Vakfı’nda (BİSAV) düzenlenen mekanıbname okumaları çerçevesinde “Seyyid Ali Sultan (Kızıl Deli) Velâyetnâmesi” başlıklı bir konuşma yaptı.

Rıza Yıldırım’ın konuşmasını BİSAV Bülten’e değerlendiren Tuba Nur Saraçoğlu’nun yazısını aşağıda okuyabilirsiniz.

-
Seyyid Ali nam-ı diğer Kızıldeli Sultan Velâyetnâmesi Rumeli’nin fethinde bulunmuş bir velinin menkıbelerinden oluşmaktadır. Dimetoka’da bir dergâhı da bulunan Seyyid Ali (Kızıldeli) Sultan ve Velâyetnâmesi menakıbnameler serisinin dokuzuncu programında Kızıldeli Sultan üzerine akademik çalışmaları bulunan Rıza Yıldırım ile tartışıldı. Yıldırım, velâyetnâmeye geçmeden önce teorik çerçevede tarih kaynağı olarak velâyetnâmelerin nasıl değerlendirilmesi gerektiğine dair görüşlerini bizlerle paylaştı ve yazının kullanılmadığı bir ortamda bilgi nasıl aktarılır, sözlü kültürün dinamikleri nedir gibi soruların menakıbnameleri anlama noktasında sağladığı faydalara dikkat çekti.

Menakıbname vb. türler önce sözlü olarak yaygınlık kazanmış daha sonra yazıya geçirilmiştir. Yıldırım’a göre, sözlü kültürde bilgi ancak konvansiyonel kalıplar içerisinde yayılabilecektir, bu da sözlü kültürün yazılı kültürle arasındaki en temel farktır. Bu konvansiyonel kalıplar içerisinde aktarılan bilgi zamanla yerleşir, sabit hale gelir ve stabilize olur. Bilginin korunması endişesi, sayıları az, akılda tutulması kolay bu kalıpları doğurur ve korur. Çoğu zaman bunların kafiyeli ve kolay ezberlenecek bir sesle tekrar edilmesi de bu durumu güçlendirir. Sözlü kültürde şiirin dominantlığının sebebi de budur.

Menkıbevî anlatıların sonradan yazıya geçirilmesini bir meşruiyet meselesi olarak değerlendiriyor Yıldırım. Ona göre menkıbelerin yazıya dökülmesi iktidarla ilişkide meşruiyet kazanmak içindir. Menkıbelerdeki sultandan da üstün olan ricâl-i gaybın menkıbe sahibini övmesi bu bakımdan önemlidir. Devlet büyüyüp imparatorluk sathına sistemini yaydıkça tarikatlar da ona paralel olarak kurumsallaşırlar. Menkıbelerin yazıya geçirilmesi ise bu kurumsallaşmayla doğrudan ilişkilidir. Dinamik, akışkan ve her anlatıldığı ortamda o ortamdaki insanların arzularına göre ana konvansiyonel kalıba uygun olarak şekillenen bu sözlü anlatılar konjonktür gereği artık yazıya aktarılır. Yazıya aktarma sürecinde bir diğer önemli husus yazarın önplana çıkmamasıdır. Bu eserlerin müellifi toplumun ta kendisidir. Bu nedenle bu metinler için anonim diyebiliriz çünkü bilgi kendisine ait değildir. Bununla birlikte yazıya aktarılan bu menkıbe artık dondurulmuştur ve tek-tipleşmiştir. Bilginin aktığı mecra sözdür, fakat metin söz konusu olduğu zaman onun her şeye rağmen bir ortodokslaştırma etkisi vardır.

Menkıbelerin işlevlerine değinerek konuşmasına devam eden Yıldırım’a göre menkıbeler her şeyden önce eğlence aracıdır, öğreticiliği daha sonra gelir. Eğlendirme öğretmenin önündedir. Menkıbe yepyeni, toplumda daha önce olmayan bir şeyi öğretmez, önceden beri var olanı konvansiyonel kalıplar içerisinde topluma yeniden sunar. İkinci bir işlevi ise bir hikâye ile soyut bir fikrin anlatılmasını sağlamasıdır. Hikâyenin kendisi gerçekleşmemiş olsa dahi soyut olanı anlatmada bir araç olarak kullanılır. Tarihçi bu hikâyenin nasıl gerçekleştiğinin peşine düşmemelidir, bu hikâye ile verilen mesaja, soyut bilgiye ulaşması gerekir. Bununla birlikte bazı menkıbeler gerçekleşmiş bir olaya dayanır ancak bu olay dahi gerçek niteliğinin detaylarını yitirir. Bu tür anlatılarda zaman kayabilir, detaylar mevcut kalıplara yaklaşır, gerçek olay kerametler ve ilginç detaylarla örülür. Gerçek olaydan hareketle konvansiyonel bir olay haline gelir. Menkıbenin kimi örneklerinde görülen üçüncü işlevi ise gerçek olaya dayanmayan, soyut hakikati anlatmayan tamamen eğlendiren bir yapıda olmasıdır. Ejderha, cadı gibi beş altı temel motif üzerinden hikâyeler işlenir bu türlerde. İçerik olarak tarihi gerçekliği anlatmasa da toplumsal hafızadaki değerleri aktarması bakımından tarihçi için değer taşır.

Yıldırım, bu metodolojik çerçeveyi çizdikten sonra Kızıldeli Velâyetnâmesi üzerine bazı bilgileri bizlerle paylaştı. Menakıbname ucuca eklenmiş menkıbe parçalarından oluşur. Bir menkıbe metninde alt hikâyeciklerin niteliğinin iyi belirlenmesi gerekir. Menkıbeler yukarıda zikredilen kategorilerden hangisine giriyorsa o çerçevede değerlendirilmelidir. Örneğin Yıldırım’a göre bir tarihçi Kızıldeli Velâyetnâmesi’nin başındaki rüya hikâyesinde olayın kendisine bakmamalıdır. Burada soyut bir şey anlatılmak istenir, bu nedenle anlatılan olayla ilgili tarihi tespitlerin peşine düşmek anlamsız hale gelebilir.

Yıldırım’ın verdiği bilgilere göre bu velâyetnâme eksiktir, Kızıldeli’nin tekkede yerleşip şeyhlik yaptığı dönem yoktur. Velâyetnâmenin konusu doğrudan Rumeli’nin kırklar tarafından nasıl fethedildiğidir. Kızıldeli’nin tekkeye yerleştikten sonraki dönemiyle ilgili kerametleri ise müridi Sadık Abdal Dîvânı’nda bulmak mümkündür. Öte yandan Velâyetnâme’ye hiç girmemiş olan menkıbelerin doğrudan sözlü aktarımla halk arasında biliniyor olması da muhtemeldir.

Nihai kertede, tarihçilerin menkıbevî anlatıyı ana kahramana giydirilen rollerden arındırıp ana çekirdeğe inmeye çalışmak ve yan kaynaklarla bu bilgileri test etmek yoluyla ele alması gerektiğini söyleyen Yıldırım, Kızıldeli Velâyetnâmesi’ndeki bazı anlatıların kroniklerdeki bilgilerle karşılaştırılarak ele alınmasının öneminin altını çizmektedir.