Yasin Arslantaş, 14 Eylül 2013 tarihinde, Bilim ve Sanat
Vakfı’nda “Ötekini Tasvir Etmek:
16. Yüzyıl Osmanlı Tarihyazımında Kızılbaş İmajı” başlıklı master tezi çerçevesinde bir sunum yaptı.
Arslantaş’ın çalışması Osmanlı’nın 16. yüzyılın başında İran’da yeni bir güç olarak ortaya çıkan Safevîler ve onların Anadolu’daki Türkmen destekçileri hakkındaki algısının kökenlerini incelemeyi amaçlamaktadır. Çalışma genellikle fetvalar ve mühimme defterleri gibi arşiv kaynaklarını kullanan çalışmaların aksine 16. yüzyıl Osmanlı tarihçilerinin eserlerine, özellikle Selimnâme literatürüne bakmakta ve onların Kızılbaşlar hakkında oluşturulan dini ve siyasi söylemdeki rollerini incelemektedir.
Arslantaş’ın çalışması Osmanlı’nın 16. yüzyılın başında İran’da yeni bir güç olarak ortaya çıkan Safevîler ve onların Anadolu’daki Türkmen destekçileri hakkındaki algısının kökenlerini incelemeyi amaçlamaktadır. Çalışma genellikle fetvalar ve mühimme defterleri gibi arşiv kaynaklarını kullanan çalışmaların aksine 16. yüzyıl Osmanlı tarihçilerinin eserlerine, özellikle Selimnâme literatürüne bakmakta ve onların Kızılbaşlar hakkında oluşturulan dini ve siyasi söylemdeki rollerini incelemektedir.
Yasin Arlantaş’ın sunumunu BİSAV
Bülten’e değerlendiren Turgay Şafak’ın yazısını aşağıda okuyabilirsiniz.
*
Osmanlı Devleti’nin on altıncı yüzyılın başında İran’da
yeni bir güç olarak ortaya çıkan Safevîler ve onların Anadolu’daki Türkmen
destekçileri hakkındaki algısının kökenlerini inceleyen “Ötekini Tasvir Etmek:
XVI. Yüzyıl Osmanlı Tarihyazımında Kızılbaş İmajı” serlevhalı mastır tezi,
yazarı Yasin Arslantaş ile tartışıldı. Bilkent Üniversitesi’nde hazırlanan tez
Osmanlı tarih yazarlarının kroniklerde Kızılbaşları ve Kızılbaşlığı nasıl
anladığı ve anlattığını, kaynakların satır aralarına girerek incelemektedir.
Arslantaş’ın vurguladığı üzere Kızılbaş kavramının on
beşinci yüzyılın sonlarından itibaren kullanılmaya başlandığı görülse de
Kızılbaş algısının temellerinin atıldığı dönem on altıncı yüzyıldır.
Dolayısıyla bu yüzyılda yazılan tarih metinleri, özellikle Selîmnâme’ler oldukça önemlidir. Günümüzde de devam
eden tartışmaların kökenini bulabilmek için bu eserlere müracaat etmek
kaçınılmazdır. Mevcut literatürde konu genellikle arşiv kaynakları
kullanılarak, daha çok siyasi tarih algısı çerçevesinde incelendiği için
Osmanlı bürokrat ve entelektüellerinin Kızılbaşları nasıl tasvir ettiklerini ve
onlara nasıl yaklaştıklarını yansıtmamaktadır. Arslantaş’ın çalışması bu
yönüyle özgün bir çalışma.
Bir insanın veya insan topluluğunun kendini anlatabilmesi
için öncelikle ötekini tanımlaması gerekmektedir. Dolayısıyla, Osmanlı tarih
yazarları “öteki” olarak Kızılbaşları tanımlarken kendilerini nereye
oturttuklarını da yansıtırlar. Öte taraftan, Osmanlı kronik yazımının sayıca
artış gösterdiği dönemin II. Beyazıd dönemi olması tesadüfi değildir. Bunun
başlıca sebebi Osmanlının Safevî tehlikesiyle yüz yüze kalması ve Anadolu’da
Safevî destekçisi olarak yer alan Kızılbaşların varlığıdır. Böyle bir tehlikeye
karşı bir nevi savunmaya geçen Osmanlı padişahı II. Beyazıd, İdris-i Bitlisi ve
Kemalpaşazâde’ye Osmanlı tarihini Farsça ve Osmanlıca olarak yazdırmıştır.
Arslantaş’ın, Osmanlı-Safevî veya Osmanlı-Kızılbaş tartışmaları on yedinci ve
on sekizinci yüzyıllarda da devam etmesine rağmen, on altıncı yüzyılı tercih
etmesindeki ana etken de bu yüzyıldaki tartışmaların daha yoğun ve sonraki
yüzyılları belirleyecek şekilde yapılmasıdır. Nitekim on altıncı yüzyılda Selîmnâme’lerin yazılmasıyla çok güçlü bir Selim imajı
yaratılır.
On altıncı yüzyılda 24 Selîmnâme yazıldığı hâlde
Arslantaş, birbirinin tekrarı olduğu ve bunların hepsinin Osmanlı siyasi
söylemine yeterli düzeyde katkı sağlamadığı gerekçesiyle çalışmasını 6 Selîmnâme, 3 Tevârîh-i Âl-i Osman türü
eser ve Haydar Çelebi’nin Rûznâme’si üzerine bina eder.
Keşfî’nin Selîmnâme’sinde Dimetoka’ya
giderken babasının ölümünde Selim’in ciddi sorumluluğu olduğu anlatılır. Kanunî
Sultan Süleyman bu gibi söylentileri bertaraf etmek ve Selim’in davranışını
meşrulaştırmak için yeni Selîmnâme’lerin yazılmasını
teşvik eder. 1514-1599 arasında, Hoca Sadeddin’in Selîmnâme’sine
kadar Selim’in hayatını savaşları üzerinden anlatan bir edebiyat oluşmuştur.
Hayatının büyük bölümünü Kızılbaş isyanlarına karşı koymak için harcayan
Selim’in bu mücadelesi Selîmnâme’lerde de aksiseda
bulmuş ve belirgin bir Kızılbaş algısı meydana gelmiştir. Bununla birlikte,
Arslantaş’a göre Selîmnâme’ler çok büyük bir
okuyucu kitlesine sahip değildir, sadece saray çevresinde okunmuştur. Halkın
büyük çoğunluğunun bu kitaplara erişimi mümkün olmadığını için propaganda
amacıyla yazılan bu tür eserler, sadece okuryazar kesim arasında yayılmıştır.
Bir diğer konu ise Selîmnâme türü eserlerin
güvenilirliğidir. Propaganda amacıyla kaleme alınan bu eserlerin gerçeği olduğu
gibi aktarmadığı, siyasi hedef ve güç gösterisi için yazıldığını verdiği
örneklerle gösteren Arslantaş, Kızılbaş sorununun ortaya çıkışını da
değerlendiriyor. Yazarın ifadesiyle, sorunun ortaya çıkışı Osmanlı Devleti’nin
kurumsallaşmaya başlamasının ardından meydana gelmiştir. Merkezî yönetimin
dışında yer alan göçebe topluluklar ve heteredoks Türkmenler kendi kültürlerini
devam ettirmiş ve devlet mekanizmasının dışında kalmışlardır. Osmanlı’nın Sünni
söyleminin artması ve devletin bir Sünni devlet olarak ortaya çıkmasının sebebi
de Safevî tehlikesi olmuştur.
Müverrihlerin Çaldıran Savaşına bakışına da değinen
konuşmacı Osmanlı kroniklerinde bu savaş haklının haksıza, hakkın batıla karşı
savaşı olarak tasvir edilmiştir ve Safevîleri gerçek dinin dışında bir yere
oturtur. Sunumda değinilen bir diğer konu da Tebriz meselesiydi. Selîmnâme’lerde yer aldığına göre Çaldıran Savaşı sonrası
Tebriz’e giren Selim sadece 8 gün kalmış ve bu kısa sürede şehri abad etmiş,
yıkık camiler imar edilmiş, dört halifenin isimleri camilerde yer almaya
başlamıştır. Osmanlı kroniklerinde Safevîlere karşı yapılan suçlamalar ise
özellikle İran’a karşı yapılan seferlerin meşrulaştırmasına hizmet etmektedir.