3 Ekim 2014 Cuma

Kitap Tanıtımı: Halil İbrahim Bulut, Şia'da Usuliliğin Doğuşu ve Şeyh Müfid



Halil İbrahim Bulut, Şeyh Müfîd ve Şia’da Usulî Farklılaşma Süreci,  Yeni Akademi Yayınları, İzmir, 2005, 358 s.

İkinci baskı: Şia'da Usuliliğin Doğuşu ve Şeyh Müfid, Araştırma Yayınları, Ankara 2013, 351 s.
En genel anlamıyla Şia, Hz. Ali ve Ehl-i Beyte tabi olanlara verilen bir isimdir. İbn Hazm’a göre Hz. Ali’nin Rasulullah’dan sonra insanların en üstünü, Onun halifesi ve sonra da Ehl-i beytinin halifeliğe en layık kişiler olduğuna inananlar, Şiîdirler. Zikredilen bu iki hususta başka görüşü benimseyenler ise Şiî değildirler. Bunun yanında kendi içinde birçok noktalarda görüş ayrılığında olsalar da, Hz. Peygamber’den sonra Ali’nin halifeliğini tanıma Şiî olmanın olmazsa olmaz temel şartıdır. Nitekim tarih boyunca gruplara ayrılmak, farklı görüşleri benimsemekle birlikte bütün Şiî grupları bu hususta hem fikirdirler.

Temel noktası Hz. Ali merkezli bir mezhep olarak tarihi seyir içinde farklı gruplara ayrılan Şia, kendi içinde bir takım gelişmeler kaydetmiştir. Siyasi, sosyal, kültürel şartlar, dönemlerin getirdiği olaylar çerçevesinde gelişen Şiî kelâm tarihi genel olarak bu anlamda dört devreye ayrılır. Birinci devre on iki imam ve daha sonrasında dört nâibin yaşadığı devredir. Sonuncu nâibin vefat tarihi 329/940’tır. Bu vefat tarihi aynı zamanda Muhammed b. Yakub Kuleynî’nin de vefat tarihidir. Bu devrenin önemli Şiî kelâmcıları arasında Hişam b. Hakem (ö. 190/805) ve Nevbahtî ailesine mensup Hasan b. Mûsâ en-Nevbahtî (ö. 300/912?), Ebû Sehl İsmail b. Alî en-Nevbahtî (ö. 311/923) ve Ebû İshâk en-Nevbahtî’nin (ö. 350/961) isimlerinden söz edilebilir. İkinci devre el-Gaybetu’l-Kübrâ’dan Nasîruddîn et-Tûsî’ye (ö. 672/1273) kadar olan dönemi içine alır. Bu devrede Şeyh Sadûk (ö.381/991), Seyyid Şerif Radî (ö. 406/1015), Şeyh Müfîd (ö. 413/1022), Seyyid Şerif Murtaza (ö. 436/1044), Ebû et-Câfer Tûsî (460/1067) gibi kelâmcılar yer alır. Bu devrede yer alan Şeyh Sadûk günümüze kadar gelen İ‘tikâdât isimli eseriyle tanınır. Üçüncü devre Nasîruddîn Tûsî’den Mir Damad’la (ö. 1041/1631) İsfehan başlayıp Molla Şîrâzî (ö. 1050/1640) ve onun talebelerinden Ahmed Alevî, Muhsin Feyz, Kâdî Saîd Kummî gibi tanınmış isimleri kapsayıp günümüze kadar devam eden devredir.

Dönem itibariyle yukarıda kısaca belirtilmeye çalışılan Şia kelâm devreleri izledikleri metotlar yönünden Ahbârî ve Usûlî ekollerle de değerlendirilebilir. Bilindiği gibi bu iki ekol arasında metot bakımından bir takım görüş ayrılıkları bulunmaktadır. Bu ayrılıkların en temel olanlarını şu şekilde zikredebiliriz: Ahbârî ekol yalnızca Kur’ân-ı Kerîm ve Sünneti kaynak kabul ederken Usûlî ekol aklı da kaynak olarak kabul etmektedir. Ahbâriler Kur’an-ı Kerîm ve Sünneti anlama yolunu imamların açıklamaları ve tefsirleri olarak değerlendirirken, Usûlî ekol ise bunu akıl olarak kabul etmektedirler. Ahbârîlere göre nakil ve naklî bilgiler akıl ve aklî bilgilerden üstünken, Usûlî anlayışta aklî bilgilerle naklî bilgiler çelişirse, naklî delil te’vil edilir ve akılla hükmedilir.

Şiâ kelâm tarihinde yer alan kelâmcılar sözü edilen bu temel ayrılıklarla değerlendirilmişlerdir. Bu anlamda Şeyh Müfîd’in apayrı bir yeri vardır. Onun konumunu belirleyen en belirleyici yönü, günümüzde Ehl-i Sünnet dışında yaşayan en önemli İslâm mezhebi olan Şia’nın rasyonelleşmesi ve mezhebî kimlik kazanmasına vesile olan Usûlîliğin kurucusu olmasıdır. Tanıtımını yaptığımız çalışmada müellif Şia’da Usûlî ekolün temel taşı olan Şeyh Müfîd ve bu ekolün gelişim sürecini ele almaktadır. Şeyh Müfîd’in, genelde İslâm düşüncesine ve daha özel anlamda Şiî-İmâmî üşünceye katkılarını ortaya koymak, çalışmanın asıl amacı olarak belirtilmiştir. Yazar konuyu, Mezhepler tarihi’nin metodolojisi çerçevesinde ele aldığını ve tasvirî anlatımı tercih ettiğini de ayrıca ifade etmiştir.

Çalışmanın hazırlanmasında Doğuda ve Batıda, Müfîd üzerine yapılan bazı çağdaş eserlerden, Tabakât kitaplarından ve genel İslâm Tarihi kaynaklarından yararlandığını kaydetmiştir. Şiî kelâmının ikinci dönemini teşkil eden hicrî dördüncü asır, İslâm inancı, kültür ve medeniyeti açısından önemli gelişmelere sahne olmuştur. Bu tarihe kadar temel İslâm fırkaları teşekkül etmiş, ana fikir ve düşünceler şekillenmiş ve temel kaynaklar telif edilmiştir. Bu asır, Şiî toplumun sahip olduğu kabiliyetleri ortaya koyması bakımından büyük bir hareketliliğe şahit olmuştur. Siyasî açıdan İslâm dünyasının hemen hemen bütün önemli merkezlerine Şiîler hakim olmuş; Mısır’da Fâtımîler, Bağdat ve çevresinde Büveyhîler, Halep ve çevresinde Hamdânîler, Bahreyn ve çevresinde ise Karmatîler, Yemen’de Zeydîler egemen olmuştur. Şia’nın siyâsî sahadaki bu başarısı, ilmî ve kültürel sahada da kendini göstermiş ve Şiî düşüncede yeni açılımlara zemin hazırlamıştır.

Yazara göre İmâmî düşüncede iki ana çizginin oluşmaya başlamasının nedeni, küçük gaybet’in (gaybet-i suğra) başlamasıyla birlikte fıkhî ve itikâdî problemlere nasıl çözüm bulunması gerektiği konusunda ortaya konulan çabalardır. Zira İmâmî ulemâ, imâm hayatta iken onun mutlak otorite sahibi olduğunu kabul etmiş, fakat gaybetinden sonra onun otoritesi ve vazifelerinin nasıl devam ettirileceği hususunda ihtilafa düşmüştür. Buradaki temel görüşlerden biri, imâmın gaybete girmiş olmasına rağmen onun yönlendirici fonksiyonunun devam ettiği, toplumla devamlı bir şekilde temas halinde olduğu; Şiîlerin karşılaştığı fıkhî ve itikâdî problemlerin çözümünde yeni arayışlara ihtiyaç olmadığı ve bizzat imâmlardan gelen haberlerin Şiî toplumun ihtiyaçlarını çözmede yeterli olduğu, şeklindedir. İmâmlardan gelen haberlere büyük önem atfetmelerinden dolayı bu gruba “Ahbârîler/Ehl-i Hadis” denilmiştir. Bunların genel kanaatine göre imâmların mevcut ahbarını toplayıp onlarla amel etmek yeterlidir. Zira her türlü problemin cevabı zaten ahbarın içinde mevcuttur. Bu anlayışın ilk önemli temsilcileri arasında Küleynî, (ö. 329/941) Nu‘mânî (ö. 342/953) ve Sadûk’u (ö. 381/991) zikretmek mümkündür. Gaybetin başlamasıyla birlikte Şiî-İmâmî hadisçiler, diğer bir ifadeyle Ahbârîler, hayatın her safhası için imâmların koyduğu çeşitli kuralların ve onlardan nakledilen haberlerin otorite kaynağı olması gerektiğine vurgu yapmışlardır. Bu doğrultuda Ahbârî ulemânın en önemli gayreti imâmların haberlerini tedvin ve tasnif etmek suretiyle bir araya toplamak olmuştur. Örnek olarak Küleynî’nin el-Usûl mine’l-Kâfî adlı eseri ile Şeyh Sadûk’un Men lâ yahduruhü’l-fakîh adlı eseri zikredilebilir. Ancak müellife göre gaybetin uzamasıyla birlikte ahbârî anlayışın, sorunların çözümlenmesi, Şiî inanç ve fikirlerin savunulmasında yeterli olmadığı anlaşılmaya başlanmıştır. Bu süreç içerisinde, akılcı bir metot benimsenerek Kur’an, Hadis ve ahbârdan toplumun ihtiyaçları doğrultusunda ve belli prensipler çerçevesinde itikâdî ve fıkhî hükümlerin çıkarılmasının gerekli olduğunu savunan bazı alimler ortaya çıkmıştır. Daha sonraları Usûlî düşünce olarak isimlendirilen bu anlayışın ilk ve en önemli temsilcisi, hiç şüphesiz Şeyh Müfîd’dir.

Şeyh Müfîd’in rasyonel yaklaşımı, Şiî-İmâmiyye’nin tarihi gelişimini derinden etkilemiş, ekolün kimlik kazanmasında ve varlığını özgün bir şekilde devam ettirebilmesinde önemli katkıları olmuştur. Şiî-İmâmî gelenekteki bu konumu sebebiyle onun gerçek kişiliğinin ve temel görüşlerinin tespit edilmesinin, Şiî düşüncesinin gelişim süreci açısından önemli olduğu kanaatinden hareketle Müfîd tarafından temelleri atılan Usûlî düşüncenin bugün bile geçerliliğini koruması, bir bakıma İmâmî düşüncenin lokomotifi olması, Şeyh Müfîd’in önemini bir kat daha arttırdığına vurgu yapılmıştır. Şia mezhebi hakkında Doğuda ve Batıda pek çok eser ve makale yayımlanmış olmasına rağmen Şiî-İmâmiyye’nin rasyonelleşmesine önayak olan ve Usûlî anlayışın kurucusu kabul edilen Şeyh Müfîd üzerine ülkemizde hemen hemen hiçbir çalışmanın olmayışı yazarı böyle bir araştırmaya sevk etmiştir. Bu itibarla müellifin yaşadığı dönemin; sosyal, kültürel, siyasî ve fikrî açılardan tahlil edilmesine özen gösterilmiş, özellikle Bağdat’ın kültürel atmosferi, mezhepler arası ve Şia-Mûtezile etkileşimi ve bunun sonuçlarına dikkat çekilmeye çalışılmıştır. Bu anlamda günümüz Şiî-İmâmî düşüncesinin iyice kavranabilmesi için özellikle Usûlî anlayışın bilimsel anlamda incelenmesi gerektiği; zira Usûlî anlayışın tarihi, bir bakıma Şiî-İmâmiyye’nin tarihi olarak değerlendirilebileceği hükmüne varılmıştır. Buna gerekçe olarak da Ahbârîliğin başlangıç dönemindeki kısa süren hâkimiyetinin yanı sıra Safevîler dönemindeki sınırlı canlanmasının dışında Şiî düşüncede pek etkili olmadığı gösterilmiştir. Müellife göre Usûlîlik Şeyh Müfîd’den itibaren Şiî-İmâmî anlayışın tarihine ve gelişimine yön veren bir ekol olmuştur. Bu nedenle tarihte olduğu gibi bugün de etkili olan Usûlîliğin kurucusu kabul edilen Şeyh Müfîd’in her yönüyle incelenip ortaya konulması büyük önem arz etmektedir.

Şiî düşüncede İmâmiyye’nin, İmâmiyye içinde Usûlîliğin ve Usûlî anlayışın başlamasında da mezheplerin ileri sürdükleri görüşlerin dinin kendisi olmadığı ve İslâm’la özdeşleştirilemeyecekleri anlayışıyla hem Müfîd öncesi Şiî âlimlerin hem de Müfîd’in ortaya koyduğu görüşler ve savundukları ilkeler İslâm diniyle özdeşleştirilmeden, içinden doğup geliştikleri çevreden ve hâdiselerden soyutlanmadan ele alınmış; her fikrin dinî, siyâsî, ekonomik, sosyal ve kültürel taraflarının bulunduğu gerçeğinden hareketle “fikir-hâdise irtibatı” prensibi dikkate alınarak değerlendirilmiştir.

Çalışma giriş, iki ana bölüm ve sonuçtan oluşmaktadır. Girişte, usûlî farklılaşmanın arka planına ışık tutulmaya çalışılmış ve Müfîd’in yaşadığı dönemdeki sosyopolitik durum hakkında bilgi verilmiştir. Bu bağlamda -Müfîd’in yaşadığı dönemle sınırlı kalmak kaydıyla- Abbâsîler ve Büveyhîler hakkında genel bir malumat verilmiştir. Ayrıca Müfîd öncesi Şiî ulemâ ve bunların genel görüşleri izah edilmiş; burada Şiî-İmâmî kelâm anlayışının temel özelliklerine vurgu yapılmış ve bu dönemin ana tartışma konularına işaret edilmiştir. Usûlî düşüncenin farklılığını daha iyi kavrayabilmek ve öncesiyle mukayese edebilmek için Müfîd öncesi Şiî ulemâya geniş sayılabilecek bir yer ayrılmıştır. Eserin giriş kısmında Usulî farklılaşmasının tarihi arka planı başlığı altında; Müfîd’in yaşadığı dönem, Müfîd öncesi Şiî ulemâsı, genel bir bakışla, alt başlıklar halinde ele alınmaya, konunun önemli noktaları irdelenmeye çalışılmıştır. Bu çerçevede öncelikle Müfîd’in yaşadığı IV. ve V. asrın siyasî açıdan bazı temel noktaları; siyasal olarak parçalanmış İslâm dünyasının içinde bulunduğu durum, yönetim anlayışları bakımından dağılmış hanedanlıkların durumları, Abbasi yönetimi altındaki hüküm süren mahallî idareler üzerinde halifenin etki ve gücünün azlığı, Abbasi halifelerinin otoritelerinin sembolik olması gibi hususlara dikkat çekilmiştir.

Devamında Müfîd’in yaşadığı dönemdeki özellikle Büveyhî emirleri ve Abbasî halifelerinin konumları, alt başlıklar halinde onların içinde yer aldıkları dönemler ve bu dönemlerdeki siyasi olaylar; Abbasiler dönemi Şiî hareketleri ve Şianın takındıkları tavırlar hakkında bilgiler verilmiştir. Dördüncü asrın başından itibaren Sünnî, Şiî ve diğer mezheplerce oluşturulan hanedanlıklarla Abbasî topraklarının ele geçirilmeleri dile getirilmiştir. Daha sonra yıldızı parlayan Büveyhîlerin tarih sahnesine çıkışları, gösterdikleri Siyasî başarılar, sosyal ve kültürel hayata katkıları, ele alınmıştır. Bu başlık altında gelişen sosyo-politik olayların Şeyh Müfîd’in görüşlerine nasıl tesir ettiği üzerinde durulmuştur. “Müfîd öncesi Şiî Ulemâsına Genel Bir Bakış” başlığı altında Şeyh Müfîd’in görüşleri de dâhil olmak üzere çeşitli kaynaklardan aktarılan bilgilerle Şia’nın bir mezhep olarak ortaya çıkışı hakkında genel bilgilere yer verilmiştir. Ardından, Şeyh Müfîd öncesine kadar yer alan dönemde yaşayan önemli kelâmcılardan Zürare b. A‘yan, Hişam b. Hakem, Hişam b. Salim el-Cevâlikî, Fadl b. Şâzân en-Nisâbûrî, Küleynî, Nu‘mânî, Nevbahtî Ailesi, İbn Ebû Akil ve İbn Cüneyd hakkında bilgiler verilmiştir. Bu kelâmcıların genel özelliklerinden, Şeyh Müfîd ve sonraki dönem kelâmcılar üzerindeki tesirlerinden söz edilmiştir.

Kitabın birinci bölümünde, Müfîd’in hayatı ve ilmî kişiliği ele alınmıştır. Doğumu, nesebi ve lakaplarının yanı sıra, yaşadığı çevre ve Bağdat’taki sosyo-kültürel hayata ilişkin açıklamalarda bulunulmuştur. Ayrıca müellifin hocaları hakkında geniş sayılabilecek malumat verilmiş; onunla hocaları arasında cereyan eden ilmî tartışma ve münazaralara yer verilmiştir. Usûlî anlayışın oluşmasında hocalarının Müfîd üzerinde nasıl bir tesir bıraktığı hususuna da değinilmiştir. Bunlara ilaveten ilmî ve siyasî açıdan öne çıkan bazı öğrencileri tanıtılmış ve bunların Şiî düşünce içindeki yerleri hakkında bilgiler verilmiştir. Ayrıca Müfîd’in Şiî-İmâmî düşünce içindeki konumunun daha iyi anlaşılabilmesi açısından çağdaşları Bâkıllânî (ö. 403/1013) ve Kâdî Abdülcebbâr (ö. 415/1025) ile olan diyaloglarına yer verilmiş ve onlarla Müfîd arasında mukayeseler yapılmıştır. Öte yandan Müfîd’in akademik ilgi alanı ve eserleri hakkında geniş malumat verilmiş ve söz konusu eserleri kelâm, fıkıh, tarih, hadis ve tefsir başlıkları altında tasnif edilmiştir. Özellikle matbu eserleri hakkında ayrıntılı bilgi verilmeye çalışılmıştır. Müellifin ilmî kişiliği ve Şia içindeki konumu ile mücadele ettiği kesimler ve bunlara karşı kaleme aldığı reddiyeler hakkında da ayrıca bilgi verilmiştir. Diğer taraftan eserlerinin isimlerinde geçen mekân adlarından hareketle onun etkili olduğu coğrafya belirlenmeye çalışılmıştır.

İkinci bölümde ise Usûlî anlayışın teşekkülünde etkili olan faktörler üzerinde durulmuştur. Bu bağlamda Müfîd’in kendi döneminde zuhur eden siyasî olaylarla ilişkisi belirlenmeye çalışılmış, söz konusu dönemde zuhur eden hadiseler bu zaviyeden değerlendirilmiştir. Bu bölümün alt başlıklarında Müfîd’in Abbâsî halifeleri ve Büveyhî emirleriyle ilişkileri, Müfîd’in siyasetle ilişkisini ortaya koyması bakımından Sünnî-Şiî çatışmaları, Aşûre ve Gadîr-i Hum bayramı konularındaki görüş ve değerlendirmeleri, çeşitli vesilelerle Aşûre gününün bütün Şiîlerce bir matem günü; dinî bir vecibe olarak ihya edilmesi, Muizzüddevle ile başlayan bu uygulamaların devam etmesini teşvik etmede diğer Şiî ulemayla birlikte öncülük ettiği, sonraları bu uygulamaların dinî ve itikâdî bir içerikle kutlanmaya başlandığı, bu uygulamaların din-siyaset ilişkisinin güzel bir örneğini oluşturması üzerinde durulmuştur. Bu çerçevede Müfîd’in Gadîr-i Hum hadisesi konusunda takındığı tavrın, bugünkü Şiî-İmâmî anlayışta çok ayrı bir önemi haiz olmasını sağlamada nasıl bir katkı sağladığı üzerinde durulmaktadır. Şiî anlayışa göre birçok Peygamber vasîlerini veya haleflerini Aşûre günü açıklamış, bu itibarla Hz. Peygamberin de kendisinden sonra yerini alacak olanı bugün açıklamış olması, aslında devam eden bir gelenektir. Burada yazar Müfîd’in Aşûre günü ve Gadîr-i Hum’la ilgili tutumu arasında bir mukayesede bulunur. Yazar, Aşûre gününün önemiyle alakalı olarak imâmlara ait pek çok rivayet nakletmiş olmasına rağmen, Şeyh Müfîd’in Gadîr-i Hum’la alakalı olarak benzeri rivayetler nakletmemiş olmasının dikkat çekici olduğunu vurgulamaktadır. Bunun bir örneği olarak Kitâbu’l-Mezâr’da Gadîr-i Hum günü yapılması gereken bir takım işleri rivayetler olarak değil de kendi görüşleri olarak aktarmasını gösterir. Diğer Şiî geleneğin zengin ve geniş rivayetlerle ayrıntılı bir şekilde anlattığı Gadîr-i Hum olayı İbn Hişam, İbn Sa‘d, Taberî gibi Sünnî ekole mensup ilk dönem İslâm tarihi müelliflerince ya hiç zikredilmemiş, ya da Hz. Peygamberin konuşmasına değinilmeden orada konakladığına dair bilgilere yer verilmiştir. Ayrıca bu konudaki rivayetler hiçbir zaman Hz. Ali’nin imamlığı ve halifeliği için delil teşkil edici rivayetler olarak değerlendirilmemiştir. Dolayısıyla müellif tarafından Şeyh Müfîd’in bu konuda rivayetlere dayanmaksızın kendi görüşlerini aktardığını söylemesi oldukça önemlidir. Yine aynı bölümün bir diğer alt başlığı olan “Müfîd ve Şiî-Sünnî Çatışmalarındaki Rolü” başlığı altında 392/1002 yılı ve 398/1007 olaylarında Şeyh Müfîd’in oynadığı rol irdelenmeye çalışılmıştır. Burada Sünnî ve Şiî gruplar arasındaki ihtilaflar irdelenmeye, bu olaylar karşısında Müfîd’in durumuna, onun, Şiî İmâmîlerin dinî ve siyasî lideri olması sebebiyle, zuhur eden bu çatışmalardan sorumlu tutulmuş olabileceği, baskılar nedeniyle ve Sünnî kesimi yatıştırmak için bir müddet Bağdat’tan uzaklaştırılmış olabileceğine işaret edilmiştir.

“Usûlî anlayışının oluşmasında Mu‘tezile’nin rolü” başlığı altında öncelikle Müfîd öncesi dönemdeki İmâmiyye Mu‘tezile etkileşimi konusunda bilgilere yer verilmiş, ardından Şia’nın Mu‘tezilî düşünceye yönelmesinin sebepleri, Müfîd’in Mu‘tezile’den etkilendiği hususlar, Müfîd’in Şia-Mu‘tezile ayrımına dikkat çektiği hususlar, Mu‘tezile’den ayrıldığı hususlar ve onlara yönelttiği eleştiriler üzerinde durulmuştur.

Kelâma ağırlık veren bir düşünürün bu sistemine nasıl yansımalar olmuştur? Bu soru öncelikle Nübüvvet; Peygamberlerin İsmeti ve Sehvü’n-Nebî, Kur’an, Mu‘cize, Hz. Peygamberin Okur Yazarlığı, İmâmet; İmametin gerekliliği, İmametin Mahiyeti ve Nübüvvetle ilişkisi, İmamların Temel özellikleri; Nas ile Tayin ve Vasîlik, Masumiyet, Efdaliyet, Gaybet, Bedâ, Ric‘at, Takiyye, Ahad Haber konularında
Şeyh Müfîd’in görüşleri ele alınarak cevaplanmaya çalışılmıştır.

Sonuç kısmında genel bir özet mahiyetinde bir değerlendirme yapılmıştır. Burada Müfîd’in akılcı tutumuna değinilmiş, onun Şiî-İmâmî anlayışta yeni bir başlangıcın temsilcisi olduğuna dikkat çekilmiştir. Şeyh Müfîd’in İmâmiyye Şia’sının temel esaslarının belirlenmesi ve İmâmiyyeyi diğer Şiî fırkalardan ayırt eden özelliklerinin ortaya konulmasında önemli bir vazife icra ettiği ifade edilmiştir. 

Şia-Mu’tezile etkileşimi üzerinde de duran yazar özellikle Müfîd’in, Şiî-İmâmî kelâm anlayışının Mûtezileden alındığı görüşünü kabul etmediği vurgulanmış, Mu’tezileden en fazla etkilenmiş bir İmâmî âlim olmasına rağmen, hiçbir Şiî fakih ve mütekellimin Mu’tezileden etkilenmesinin söz konusu olmadığını savunduğu, böyle bir görüşü dile getirenleri de eleştirdiği üzerinde durulmuştur. Bunun yanında yazar şeyh Müfîd’in Mu‘tezileden farklı düşündüğünü belirtmekte “dinin temel meselelerinin sadece akılla bilinebileceği şeklindeki Mûtezilî anlayışı kabul etmemiş; dinî bilginin elde edilebilmesi için sem’in yani vahyin gerekli olduğunu ileri sürmüştür” demektedir. Mu’tezile kelâmının akaid konularında, akılla bilinmesi imkânsız olanlar dışında, aklî hükümlere dayandıkları hükmünü hatırladığımızda, bu ifadenin Mu’tezilî düşünce açısından kabul edilemeyecek bir görüş olduğu ya da yazarın bu ifadeyle söylemek istediğinde bir belirsizliğin olduğu açıktır. Müellif, Şeyh Müfîd’in sadece tanınmış fıkıh ve kelâm âlimlerinden biri olmadığını, Şiî düşüncenin merkezinde bugün bile devam eden bir tekâmülcü anlayışın kurucusu ve öncüsü olduğunu, onun ortaya koyduğu prensiplerin günümüz Şiî anlayışının da temellerini oluşturduğunu ifade eden bir hüküm cümlesiyle çalışmasını sona erdirmektedir.

Çalışmanın sonuna Müfid’in Silsiletü müellefâti’ş-Şeyh el-Müfîd içinde neşredilen toplam XIV ciltten oluşan eserlerin ciltlere göre dağılımını gösteren bir liste eklenmiştir.

Emek mahsulü bir çalışmanın ürünü olan kitap, geçmişte düşünce gruplarının hangi noktalarda farklılıklarını ön plana çıkardıklarını ve siyasi olanlarla dini olanları, din siyaset ilişkilerini yaşanmış tarihi mirasımızdan örneklerle gözler önüne sermekte, yapılan tahlillerle varılan sonuçlara ışık tutmaya çalışmaktadır. Kısa da olsa tanıtımını yapmaya çalıştığımız kitabın tarihte yaşanmış acı ve menfi olayların tekerrür etmemesi; ibret alınması için akademik endişelerin ötesinde herkesçe okunması gereken bir çalışma olduğu inancındayız.
____________
Süleyman Akkuş tarafından kaleme alınan bu yazı Usul Dergisi'nde yayımlanmıştır.