Halil İbrahim Bulut,
Şeyh Müfîd ve Şia’da Usulî Farklılaşma Süreci, Yeni Akademi Yayınları, İzmir, 2005, 358 s.
İkinci baskı: Şia'da Usuliliğin Doğuşu ve Şeyh Müfid, Araştırma
Yayınları, Ankara 2013, 351 s.
En genel
anlamıyla Şia, Hz. Ali ve Ehl-i Beyte tabi olanlara verilen bir isimdir. İbn
Hazm’a göre Hz. Ali’nin Rasulullah’dan sonra insanların en üstünü,
Onun halifesi ve sonra da Ehl-i beytinin halifeliğe en layık kişiler olduğuna inananlar,
Şiîdirler. Zikredilen bu iki hususta başka görüşü benimseyenler ise Şiî değildirler.
Bunun yanında kendi içinde birçok noktalarda
görüş ayrılığında olsalar da, Hz. Peygamber’den sonra Ali’nin halifeliğini
tanıma Şiî olmanın olmazsa olmaz temel şartıdır. Nitekim tarih boyunca gruplara
ayrılmak, farklı görüşleri benimsemekle birlikte bütün Şiî grupları bu hususta
hem fikirdirler.
Temel noktası Hz.
Ali merkezli bir mezhep olarak tarihi seyir içinde farklı gruplara ayrılan Şia,
kendi içinde bir takım gelişmeler kaydetmiştir. Siyasi, sosyal, kültürel
şartlar, dönemlerin getirdiği olaylar çerçevesinde gelişen Şiî kelâm tarihi genel
olarak bu anlamda dört devreye ayrılır. Birinci devre on iki imam ve daha sonrasında
dört nâibin yaşadığı devredir. Sonuncu nâibin vefat tarihi 329/940’tır. Bu
vefat tarihi aynı zamanda Muhammed b. Yakub Kuleynî’nin de vefat tarihidir. Bu
devrenin önemli Şiî kelâmcıları arasında Hişam b. Hakem (ö. 190/805) ve Nevbahtî
ailesine mensup Hasan b. Mûsâ en-Nevbahtî (ö. 300/912?), Ebû Sehl İsmail b. Alî
en-Nevbahtî (ö. 311/923) ve Ebû İshâk en-Nevbahtî’nin (ö. 350/961) isimlerinden
söz edilebilir. İkinci devre el-Gaybetu’l-Kübrâ’dan Nasîruddîn et-Tûsî’ye (ö.
672/1273) kadar olan dönemi içine alır. Bu devrede Şeyh Sadûk (ö.381/991),
Seyyid Şerif Radî (ö. 406/1015), Şeyh Müfîd (ö. 413/1022), Seyyid Şerif Murtaza
(ö. 436/1044), Ebû et-Câfer Tûsî (460/1067) gibi kelâmcılar yer alır. Bu devrede
yer alan Şeyh Sadûk günümüze kadar gelen İ‘tikâdât isimli eseriyle tanınır.
Üçüncü devre Nasîruddîn Tûsî’den Mir Damad’la (ö. 1041/1631) İsfehan başlayıp
Molla Şîrâzî (ö. 1050/1640) ve onun talebelerinden Ahmed Alevî, Muhsin Feyz,
Kâdî Saîd Kummî gibi tanınmış isimleri kapsayıp günümüze kadar devam eden
devredir.
Dönem itibariyle yukarıda kısaca belirtilmeye çalışılan
Şia kelâm devreleri izledikleri metotlar yönünden Ahbârî ve Usûlî ekollerle de
değerlendirilebilir. Bilindiği gibi bu iki ekol arasında metot bakımından bir
takım görüş ayrılıkları bulunmaktadır. Bu ayrılıkların en temel olanlarını şu
şekilde zikredebiliriz: Ahbârî ekol yalnızca Kur’ân-ı Kerîm ve Sünneti kaynak
kabul ederken Usûlî ekol aklı da kaynak olarak kabul etmektedir. Ahbâriler Kur’an-ı Kerîm
ve Sünneti anlama yolunu imamların açıklamaları ve tefsirleri olarak
değerlendirirken, Usûlî ekol ise bunu akıl olarak kabul etmektedirler.
Ahbârîlere göre nakil ve naklî bilgiler akıl ve aklî bilgilerden üstünken,
Usûlî anlayışta aklî bilgilerle naklî bilgiler çelişirse, naklî delil te’vil
edilir ve akılla hükmedilir.
Şiâ kelâm tarihinde yer alan kelâmcılar sözü edilen bu
temel ayrılıklarla değerlendirilmişlerdir. Bu anlamda Şeyh Müfîd’in apayrı bir
yeri vardır. Onun konumunu belirleyen en belirleyici yönü, günümüzde Ehl-i
Sünnet dışında yaşayan en önemli İslâm mezhebi olan Şia’nın rasyonelleşmesi ve
mezhebî kimlik kazanmasına vesile olan Usûlîliğin kurucusu olmasıdır.
Tanıtımını yaptığımız çalışmada müellif Şia’da Usûlî ekolün temel taşı olan Şeyh Müfîd ve
bu ekolün gelişim sürecini ele almaktadır. Şeyh Müfîd’in, genelde İslâm
düşüncesine ve daha özel anlamda Şiî-İmâmî üşünceye katkılarını ortaya koymak,
çalışmanın asıl amacı olarak belirtilmiştir. Yazar konuyu, Mezhepler tarihi’nin
metodolojisi çerçevesinde ele aldığını ve tasvirî anlatımı tercih ettiğini de
ayrıca ifade etmiştir.
Çalışmanın hazırlanmasında Doğuda ve Batıda, Müfîd üzerine yapılan
bazı çağdaş eserlerden, Tabakât kitaplarından ve genel İslâm Tarihi
kaynaklarından yararlandığını kaydetmiştir. Şiî kelâmının ikinci dönemini
teşkil eden hicrî dördüncü asır, İslâm inancı, kültür ve medeniyeti açısından
önemli gelişmelere sahne olmuştur. Bu tarihe kadar temel İslâm fırkaları
teşekkül etmiş, ana fikir ve düşünceler şekillenmiş ve temel kaynaklar telif
edilmiştir. Bu asır, Şiî toplumun sahip olduğu kabiliyetleri ortaya koyması
bakımından büyük bir hareketliliğe şahit olmuştur. Siyasî açıdan İslâm dünyasının hemen hemen bütün önemli merkezlerine Şiîler
hakim olmuş; Mısır’da Fâtımîler, Bağdat ve çevresinde Büveyhîler, Halep ve
çevresinde Hamdânîler, Bahreyn ve çevresinde ise Karmatîler, Yemen’de Zeydîler
egemen olmuştur. Şia’nın siyâsî sahadaki bu başarısı, ilmî ve kültürel
sahada da kendini göstermiş ve Şiî düşüncede yeni açılımlara zemin hazırlamıştır.
Yazara göre İmâmî
düşüncede iki ana çizginin oluşmaya başlamasının nedeni, küçük gaybet’in
(gaybet-i suğra) başlamasıyla birlikte fıkhî ve itikâdî problemlere nasıl çözüm
bulunması gerektiği konusunda ortaya konulan çabalardır. Zira İmâmî ulemâ, imâm
hayatta iken onun mutlak otorite sahibi olduğunu kabul etmiş, fakat gaybetinden
sonra onun otoritesi ve vazifelerinin nasıl devam ettirileceği hususunda
ihtilafa düşmüştür. Buradaki temel görüşlerden biri, imâmın gaybete girmiş
olmasına rağmen onun yönlendirici fonksiyonunun devam ettiği, toplumla devamlı
bir şekilde temas halinde olduğu; Şiîlerin karşılaştığı fıkhî ve itikâdî
problemlerin çözümünde yeni arayışlara ihtiyaç olmadığı ve bizzat imâmlardan
gelen haberlerin Şiî toplumun ihtiyaçlarını çözmede yeterli olduğu, şeklindedir.
İmâmlardan gelen haberlere büyük önem atfetmelerinden dolayı bu gruba
“Ahbârîler/Ehl-i Hadis” denilmiştir. Bunların genel kanaatine göre imâmların
mevcut ahbarını toplayıp onlarla amel etmek yeterlidir. Zira her türlü problemin
cevabı zaten ahbarın içinde mevcuttur. Bu anlayışın ilk önemli temsilcileri arasında
Küleynî, (ö. 329/941) Nu‘mânî (ö. 342/953) ve Sadûk’u (ö. 381/991) zikretmek
mümkündür. Gaybetin başlamasıyla birlikte Şiî-İmâmî hadisçiler, diğer bir
ifadeyle Ahbârîler, hayatın her safhası için imâmların koyduğu çeşitli
kuralların ve onlardan nakledilen haberlerin otorite kaynağı olması gerektiğine
vurgu yapmışlardır. Bu doğrultuda Ahbârî ulemânın en önemli gayreti imâmların
haberlerini tedvin ve tasnif etmek suretiyle bir araya toplamak olmuştur. Örnek
olarak Küleynî’nin el-Usûl mine’l-Kâfî adlı eseri ile Şeyh Sadûk’un Men lâ
yahduruhü’l-fakîh adlı eseri zikredilebilir. Ancak müellife göre gaybetin
uzamasıyla birlikte ahbârî anlayışın, sorunların çözümlenmesi, Şiî inanç ve
fikirlerin savunulmasında yeterli olmadığı anlaşılmaya başlanmıştır. Bu süreç
içerisinde, akılcı bir metot benimsenerek Kur’an, Hadis ve ahbârdan toplumun
ihtiyaçları doğrultusunda ve belli prensipler çerçevesinde itikâdî ve fıkhî
hükümlerin çıkarılmasının gerekli olduğunu savunan bazı alimler ortaya
çıkmıştır. Daha sonraları Usûlî düşünce olarak isimlendirilen bu anlayışın ilk
ve en önemli temsilcisi, hiç şüphesiz Şeyh Müfîd’dir.
Şeyh Müfîd’in
rasyonel yaklaşımı, Şiî-İmâmiyye’nin tarihi gelişimini derinden etkilemiş,
ekolün kimlik kazanmasında ve varlığını özgün bir şekilde devam ettirebilmesinde
önemli katkıları olmuştur. Şiî-İmâmî gelenekteki bu konumu sebebiyle onun
gerçek kişiliğinin ve temel görüşlerinin tespit edilmesinin, Şiî düşüncesinin
gelişim süreci açısından önemli olduğu kanaatinden hareketle Müfîd tarafından
temelleri atılan Usûlî düşüncenin bugün bile geçerliliğini koruması, bir bakıma
İmâmî düşüncenin lokomotifi olması, Şeyh Müfîd’in önemini bir kat daha arttırdığına
vurgu yapılmıştır. Şia mezhebi hakkında Doğuda ve Batıda pek çok eser ve makale
yayımlanmış olmasına rağmen Şiî-İmâmiyye’nin rasyonelleşmesine önayak olan ve
Usûlî anlayışın kurucusu kabul edilen Şeyh Müfîd üzerine ülkemizde hemen hemen
hiçbir çalışmanın olmayışı yazarı böyle bir araştırmaya sevk etmiştir. Bu
itibarla müellifin yaşadığı dönemin; sosyal, kültürel, siyasî ve fikrî açılardan
tahlil edilmesine özen gösterilmiş, özellikle Bağdat’ın kültürel atmosferi, mezhepler
arası ve Şia-Mûtezile etkileşimi ve bunun sonuçlarına dikkat çekilmeye çalışılmıştır.
Bu anlamda günümüz Şiî-İmâmî düşüncesinin iyice kavranabilmesi için özellikle
Usûlî anlayışın bilimsel anlamda incelenmesi gerektiği; zira Usûlî anlayışın
tarihi, bir bakıma Şiî-İmâmiyye’nin tarihi olarak değerlendirilebileceği hükmüne
varılmıştır. Buna gerekçe olarak da Ahbârîliğin başlangıç dönemindeki kısa
süren hâkimiyetinin yanı sıra Safevîler dönemindeki sınırlı canlanmasının dışında
Şiî düşüncede pek etkili olmadığı gösterilmiştir. Müellife göre Usûlîlik Şeyh
Müfîd’den itibaren Şiî-İmâmî anlayışın tarihine ve gelişimine yön veren bir ekol
olmuştur. Bu nedenle tarihte olduğu gibi bugün de etkili olan Usûlîliğin kurucusu
kabul edilen Şeyh Müfîd’in her yönüyle incelenip ortaya konulması büyük önem
arz etmektedir.
Şiî düşüncede
İmâmiyye’nin, İmâmiyye içinde Usûlîliğin ve Usûlî anlayışın başlamasında da
mezheplerin ileri sürdükleri görüşlerin dinin kendisi olmadığı ve İslâm’la
özdeşleştirilemeyecekleri anlayışıyla hem Müfîd öncesi Şiî âlimlerin hem de
Müfîd’in ortaya koyduğu görüşler ve savundukları ilkeler İslâm diniyle
özdeşleştirilmeden, içinden doğup geliştikleri çevreden ve hâdiselerden
soyutlanmadan ele alınmış; her fikrin dinî, siyâsî, ekonomik, sosyal ve
kültürel taraflarının bulunduğu gerçeğinden hareketle “fikir-hâdise irtibatı”
prensibi dikkate alınarak değerlendirilmiştir.
Çalışma giriş,
iki ana bölüm ve sonuçtan oluşmaktadır. Girişte, usûlî farklılaşmanın arka
planına ışık tutulmaya çalışılmış ve Müfîd’in yaşadığı dönemdeki sosyopolitik
durum hakkında bilgi verilmiştir. Bu bağlamda -Müfîd’in yaşadığı dönemle
sınırlı kalmak kaydıyla- Abbâsîler ve Büveyhîler hakkında genel bir malumat
verilmiştir. Ayrıca Müfîd öncesi Şiî ulemâ ve bunların genel görüşleri izah
edilmiş; burada Şiî-İmâmî kelâm anlayışının temel özelliklerine vurgu yapılmış ve
bu dönemin ana tartışma konularına işaret edilmiştir. Usûlî düşüncenin farklılığını
daha iyi kavrayabilmek ve öncesiyle mukayese edebilmek için Müfîd öncesi Şiî
ulemâya geniş sayılabilecek bir yer ayrılmıştır. Eserin giriş kısmında Usulî
farklılaşmasının tarihi arka planı başlığı altında; Müfîd’in yaşadığı dönem, Müfîd
öncesi Şiî ulemâsı, genel bir bakışla, alt başlıklar halinde ele alınmaya, konunun
önemli noktaları irdelenmeye çalışılmıştır. Bu çerçevede öncelikle Müfîd’in
yaşadığı IV. ve V. asrın siyasî açıdan bazı temel noktaları; siyasal olarak parçalanmış
İslâm dünyasının içinde bulunduğu durum, yönetim anlayışları bakımından
dağılmış hanedanlıkların durumları, Abbasi yönetimi altındaki hüküm süren
mahallî idareler üzerinde halifenin etki ve gücünün azlığı, Abbasi halifelerinin
otoritelerinin sembolik olması gibi hususlara dikkat çekilmiştir.
Devamında
Müfîd’in yaşadığı dönemdeki özellikle Büveyhî emirleri ve Abbasî halifelerinin
konumları, alt başlıklar halinde onların içinde yer aldıkları dönemler ve bu
dönemlerdeki siyasi olaylar; Abbasiler dönemi Şiî hareketleri ve Şianın takındıkları
tavırlar hakkında bilgiler verilmiştir. Dördüncü asrın başından itibaren Sünnî,
Şiî ve diğer mezheplerce oluşturulan hanedanlıklarla Abbasî topraklarının ele
geçirilmeleri dile getirilmiştir. Daha sonra yıldızı parlayan Büveyhîlerin
tarih sahnesine çıkışları, gösterdikleri Siyasî başarılar, sosyal ve kültürel
hayata katkıları, ele alınmıştır. Bu başlık altında gelişen sosyo-politik
olayların Şeyh Müfîd’in görüşlerine nasıl tesir ettiği üzerinde durulmuştur.
“Müfîd öncesi Şiî Ulemâsına Genel Bir Bakış” başlığı altında Şeyh Müfîd’in
görüşleri de dâhil olmak üzere çeşitli kaynaklardan
aktarılan bilgilerle Şia’nın bir mezhep olarak ortaya çıkışı hakkında genel
bilgilere yer verilmiştir. Ardından, Şeyh Müfîd öncesine kadar yer alan dönemde
yaşayan önemli kelâmcılardan Zürare b. A‘yan, Hişam b. Hakem, Hişam b. Salim
el-Cevâlikî, Fadl b. Şâzân en-Nisâbûrî, Küleynî, Nu‘mânî, Nevbahtî Ailesi, İbn
Ebû Akil ve İbn Cüneyd hakkında bilgiler verilmiştir. Bu kelâmcıların genel
özelliklerinden, Şeyh Müfîd ve sonraki dönem kelâmcılar üzerindeki
tesirlerinden söz edilmiştir.
Kitabın birinci
bölümünde, Müfîd’in hayatı ve ilmî kişiliği ele alınmıştır. Doğumu, nesebi ve
lakaplarının yanı sıra, yaşadığı çevre ve Bağdat’taki sosyo-kültürel hayata
ilişkin açıklamalarda bulunulmuştur. Ayrıca müellifin hocaları hakkında geniş
sayılabilecek malumat verilmiş; onunla hocaları arasında cereyan eden ilmî tartışma
ve münazaralara yer verilmiştir. Usûlî anlayışın oluşmasında hocalarının Müfîd
üzerinde nasıl bir tesir bıraktığı hususuna da değinilmiştir. Bunlara ilaveten ilmî
ve siyasî açıdan öne çıkan bazı öğrencileri tanıtılmış ve bunların Şiî düşünce içindeki
yerleri hakkında bilgiler verilmiştir. Ayrıca Müfîd’in Şiî-İmâmî düşünce içindeki
konumunun daha iyi anlaşılabilmesi açısından çağdaşları Bâkıllânî (ö. 403/1013)
ve Kâdî Abdülcebbâr (ö. 415/1025) ile olan diyaloglarına yer verilmiş ve onlarla
Müfîd arasında mukayeseler yapılmıştır. Öte yandan Müfîd’in akademik ilgi alanı
ve eserleri hakkında geniş malumat verilmiş ve söz konusu eserleri kelâm, fıkıh,
tarih, hadis ve tefsir başlıkları altında tasnif edilmiştir. Özellikle matbu eserleri
hakkında ayrıntılı bilgi verilmeye çalışılmıştır. Müellifin ilmî kişiliği ve
Şia içindeki konumu ile mücadele ettiği kesimler ve bunlara karşı kaleme aldığı
reddiyeler hakkında da ayrıca bilgi verilmiştir. Diğer taraftan eserlerinin
isimlerinde geçen mekân adlarından hareketle onun etkili olduğu coğrafya
belirlenmeye çalışılmıştır.
İkinci bölümde
ise Usûlî anlayışın teşekkülünde etkili olan faktörler üzerinde durulmuştur. Bu
bağlamda Müfîd’in kendi döneminde zuhur eden siyasî olaylarla ilişkisi
belirlenmeye çalışılmış, söz konusu dönemde zuhur eden hadiseler bu zaviyeden
değerlendirilmiştir. Bu bölümün alt başlıklarında Müfîd’in Abbâsî halifeleri ve
Büveyhî emirleriyle ilişkileri, Müfîd’in siyasetle ilişkisini ortaya koyması bakımından
Sünnî-Şiî çatışmaları, Aşûre ve Gadîr-i Hum bayramı konularındaki görüş ve
değerlendirmeleri, çeşitli vesilelerle Aşûre gününün bütün Şiîlerce bir matem
günü; dinî bir vecibe olarak ihya edilmesi, Muizzüddevle ile başlayan bu uygulamaların
devam etmesini teşvik etmede diğer Şiî ulemayla birlikte öncülük ettiği,
sonraları bu uygulamaların dinî ve itikâdî bir içerikle kutlanmaya başlandığı, bu
uygulamaların din-siyaset ilişkisinin güzel bir örneğini oluşturması üzerinde durulmuştur.
Bu çerçevede Müfîd’in Gadîr-i Hum hadisesi konusunda takındığı tavrın, bugünkü
Şiî-İmâmî anlayışta çok ayrı bir önemi haiz olmasını sağlamada nasıl bir katkı
sağladığı üzerinde durulmaktadır. Şiî anlayışa göre birçok Peygamber vasîlerini
veya haleflerini Aşûre günü açıklamış, bu itibarla Hz. Peygamberin de
kendisinden sonra yerini alacak olanı bugün açıklamış olması, aslında devam eden
bir gelenektir. Burada yazar Müfîd’in Aşûre günü ve Gadîr-i Hum’la ilgili tutumu
arasında bir mukayesede bulunur. Yazar, Aşûre gününün önemiyle alakalı olarak
imâmlara ait pek çok rivayet nakletmiş olmasına rağmen, Şeyh Müfîd’in Gadîr-i
Hum’la alakalı olarak benzeri rivayetler nakletmemiş olmasının dikkat çekici
olduğunu vurgulamaktadır. Bunun bir örneği olarak Kitâbu’l-Mezâr’da Gadîr-i Hum
günü yapılması gereken bir takım işleri rivayetler olarak değil de kendi
görüşleri olarak aktarmasını gösterir. Diğer Şiî geleneğin zengin ve geniş rivayetlerle
ayrıntılı bir şekilde anlattığı Gadîr-i Hum olayı İbn Hişam, İbn Sa‘d, Taberî
gibi Sünnî ekole mensup ilk dönem İslâm tarihi müelliflerince ya hiç zikredilmemiş,
ya da Hz. Peygamberin konuşmasına değinilmeden orada konakladığına dair
bilgilere yer verilmiştir. Ayrıca bu konudaki rivayetler hiçbir zaman Hz. Ali’nin
imamlığı ve halifeliği için delil teşkil edici rivayetler olarak
değerlendirilmemiştir. Dolayısıyla müellif tarafından Şeyh Müfîd’in bu konuda
rivayetlere dayanmaksızın kendi görüşlerini aktardığını söylemesi oldukça
önemlidir. Yine aynı bölümün bir diğer alt başlığı olan “Müfîd ve Şiî-Sünnî
Çatışmalarındaki Rolü” başlığı altında 392/1002 yılı ve 398/1007 olaylarında
Şeyh Müfîd’in oynadığı rol irdelenmeye çalışılmıştır. Burada Sünnî ve Şiî
gruplar arasındaki ihtilaflar irdelenmeye, bu olaylar
karşısında Müfîd’in durumuna, onun, Şiî İmâmîlerin dinî ve siyasî lideri olması
sebebiyle, zuhur eden bu çatışmalardan sorumlu tutulmuş olabileceği, baskılar
nedeniyle ve Sünnî kesimi yatıştırmak için bir müddet Bağdat’tan uzaklaştırılmış
olabileceğine işaret edilmiştir.
“Usûlî anlayışının oluşmasında Mu‘tezile’nin rolü”
başlığı altında öncelikle Müfîd öncesi dönemdeki İmâmiyye Mu‘tezile etkileşimi
konusunda bilgilere yer verilmiş, ardından Şia’nın Mu‘tezilî düşünceye
yönelmesinin sebepleri, Müfîd’in Mu‘tezile’den etkilendiği hususlar, Müfîd’in
Şia-Mu‘tezile ayrımına dikkat çektiği hususlar, Mu‘tezile’den ayrıldığı
hususlar ve onlara yönelttiği eleştiriler üzerinde durulmuştur.
Kelâma ağırlık
veren bir düşünürün bu sistemine nasıl yansımalar olmuştur? Bu soru öncelikle
Nübüvvet; Peygamberlerin İsmeti ve Sehvü’n-Nebî, Kur’an, Mu‘cize, Hz.
Peygamberin Okur Yazarlığı, İmâmet; İmametin gerekliliği, İmametin Mahiyeti ve
Nübüvvetle ilişkisi, İmamların Temel özellikleri; Nas ile Tayin ve Vasîlik,
Masumiyet, Efdaliyet, Gaybet, Bedâ, Ric‘at, Takiyye, Ahad Haber konularında
Şeyh Müfîd’in
görüşleri ele alınarak cevaplanmaya çalışılmıştır.
Sonuç kısmında
genel bir özet mahiyetinde bir değerlendirme yapılmıştır. Burada Müfîd’in
akılcı tutumuna değinilmiş, onun Şiî-İmâmî anlayışta yeni bir başlangıcın
temsilcisi olduğuna dikkat çekilmiştir. Şeyh Müfîd’in İmâmiyye Şia’sının temel
esaslarının belirlenmesi ve İmâmiyyeyi diğer Şiî fırkalardan ayırt eden
özelliklerinin ortaya konulmasında önemli bir vazife icra ettiği ifade
edilmiştir.
Şia-Mu’tezile etkileşimi üzerinde de duran yazar
özellikle Müfîd’in, Şiî-İmâmî kelâm anlayışının Mûtezileden alındığı görüşünü
kabul etmediği vurgulanmış, Mu’tezileden en fazla etkilenmiş bir İmâmî âlim
olmasına rağmen, hiçbir Şiî fakih ve mütekellimin Mu’tezileden etkilenmesinin
söz konusu olmadığını savunduğu, böyle bir görüşü dile getirenleri de
eleştirdiği üzerinde durulmuştur. Bunun yanında yazar şeyh Müfîd’in
Mu‘tezileden farklı düşündüğünü belirtmekte “dinin temel meselelerinin sadece
akılla bilinebileceği şeklindeki Mûtezilî anlayışı kabul etmemiş; dinî bilginin
elde edilebilmesi için sem’in yani vahyin gerekli olduğunu ileri sürmüştür”
demektedir. Mu’tezile kelâmının akaid konularında, akılla bilinmesi imkânsız
olanlar dışında, aklî hükümlere dayandıkları hükmünü hatırladığımızda, bu
ifadenin Mu’tezilî düşünce açısından kabul edilemeyecek bir görüş olduğu ya da
yazarın bu ifadeyle söylemek istediğinde bir belirsizliğin olduğu açıktır. Müellif,
Şeyh Müfîd’in sadece tanınmış fıkıh ve kelâm âlimlerinden biri olmadığını, Şiî düşüncenin merkezinde bugün
bile devam eden bir tekâmülcü anlayışın kurucusu ve öncüsü olduğunu, onun
ortaya koyduğu prensiplerin günümüz Şiî anlayışının da temellerini
oluşturduğunu ifade eden bir hüküm cümlesiyle çalışmasını sona erdirmektedir.
Çalışmanın sonuna
Müfid’in Silsiletü müellefâti’ş-Şeyh el-Müfîd içinde neşredilen toplam XIV
ciltten oluşan eserlerin ciltlere göre dağılımını gösteren bir liste eklenmiştir.
Emek mahsulü bir
çalışmanın ürünü olan kitap, geçmişte düşünce gruplarının hangi noktalarda
farklılıklarını ön plana çıkardıklarını ve siyasi olanlarla dini olanları, din
siyaset ilişkilerini yaşanmış tarihi mirasımızdan örneklerle gözler önüne
sermekte, yapılan tahlillerle varılan sonuçlara ışık tutmaya çalışmaktadır. Kısa
da olsa tanıtımını yapmaya çalıştığımız kitabın tarihte yaşanmış acı ve menfi olayların
tekerrür etmemesi; ibret alınması için akademik endişelerin ötesinde herkesçe
okunması gereken bir çalışma olduğu inancındayız.
____________
Süleyman Akkuş tarafından kaleme alınan bu yazı Usul Dergisi'nde yayımlanmıştır.